Artık Bu Kadar Hasret Yeter Mezar Yerini Söyleyin !...

Risale- i Nur Külliyatının yazarı Bediüzzaman Said-i Nursi 1877 yılında Bitlis ili Hizan ilçesi Nurs köyünde dünyaya geldi.23 Mart 1960 yılında ise Şanlıurfa’da 83 yıllık dünya ömür nihayete erer4dek çok sevdiği rabbine döndü.

Zaten hayatında iken hapishane,sürgün,zehirleme başta olmak üzere akla hayale gelmeyen envai zülüm yaşata devrin hükümeti ne yazık ki vefatında 111 gün sonra Şanlıurfa’da defin işleminin yapıldığı  yerden gece yarısı asker marifeti ile mezarından çıkarılıp sadece devlet yetkileri tarafından  bilinen ancak sevenleri tarafından bilinmeyen 84 sene önce hayata gözlerini yuman bir din aliminin mezar yerinin halen sevenlerinden gizlenmesi  büyük bir hatadır.

1960’lı yıllarda belki o zaman ki devlet yöneticileri dirisinden korktukları gibi ölüsünden korktukları Said- i Nursi’nin mezarını gizli bir yere nakletmelerini anlayabilirim ama ardan 84 yıl geçmesine rağmen sevenlerine  söylenmemesinin artık bir anlamı yoktur.

HAYATI HEP İSLAM DAVASI İÇİN MÜCALE İLE GEÇTİ

Bediüzaman Said- i Nursi 83 yıllık ömrümün büyük bir kısmı İslam davasına hizmet etmekle geçmiş büyük bir din alimidir. Düşman’a karşı cephede savaşmış Rus’lara  esir düşmüş zorlu bir kaçıştan sonra ülkeye dönebilmiş olan üstat ;Hutuvat-ı Sitte'isimli eserinde (Bu eserin basan ve dağıtılmasında Said Nursi'ye yardım eden kişilerden biri de Eşref Edip Fergan'dır.) İstanbul kamuoyunu etkisi altına alan ve İngilizlere karşı çok sert bir dille yazılmış olan Hutuvat-ı Sitte Risalesi sonrası İngiliz Başkumandanı tarafından Said Nursî hakkında idam kararı alınmıştır.

Üstat 23 Mart 1960’da Şanlıurfa’da vefat etmiş ve 24 Mart 1960’da Halil-Ür Rahman Dergahında defin edilmiştir.

Devrin hükümeti hayatı boyunca zindanlara atıp hapsettiği ancak yapılan yargılamalar sonucu berat ettiği halde bu seferde jandarma ve bekçilerin açık ve gizli takibi ile gözlem altında tutmuştur.

Bir Mahkeme kararında hakimin devlete karşı giriştiği yıkıcı faaliyetlerinden dolayı 6 ay hapis cezası verilmesine isyan eden üstat “Bir dakika hakim bey  bu değdiniz devlete karşı suç işlediğim kastı ile bana verdiğiz 6 aylık hapis cezasını bizim orada kız kaçıranlara veriyorlar. Bu değdiniz iddianızı belge ile kanıtlamanız halinde bana idam cezası vermeniz gerekir diyecek kadar da cesur bir alimdi.

AFYON EMİRDAĞDAKİ DAĞIN ETEĞİNDE BULUNAN YORGUN DEDE KABRİ ÜSTAD’A MI AİT ? 

18 Haziran 2024 tarihinde  Afyon – Emirdağ’a gittim Üstadın 1944 ile 1948 arasın zorunlu ikamete mecbur edildiği  Emirdağ’daki evine gidip görmek istedim.İlçe girip sormak isteğim an karşıma bir tabela çıktı Üstat Bediüzzaman’ı evi  diye tabelayı taklip edip dağın eteğinde ki yere vardım. Yorgun Dede isimli bir mezar vardı hemen ilerisinde de alt katında satış yeri üst katında ise müze tarzında  üstat’tan kalan bazı eşyaların olduğu yeri gezdim.

Buradaki abimiz üstadın asıl kaldığı ev çarşı içinde ama oraya almak nasip olmadı  burada onun bir benzerini yaparak ondan kalan bazı eşyaları ile burada hatırasını yaşatmaya çalışıyoruz dedi.

BİR ÇOK Mezar gördüm üzerinde bazı yazılar var ama Emirdağ’ın dağ eteğindeki YORGUN DEDE yazan mezar taşında sadece bu bilgi var.  Üstat’da gerçekten hayatı boyunca yorulacak işlere imza attığı için onun için YORGUN DEDE demiş olabilirler mi ? İçimden bir his sanki YORGUN DEDE yazılan mezar üstat Bediüzzaman Said-i Nursi’ye  ait olabilir mi ?

AK AK PARTİ HÜKÜMETİ 1934-1935’DE MÜZEYE DÖNEN AYASOFYAYI AÇMAK SİZE NAİP OLDU HÜKÜMETİNİZİN ÖMRÜ BİTMEDEN BEDİZÜAMAN’IN KABRİNİN YERİNİ  BU HALK’A SÖYLEYİNİZ …

BEN BUNU SİZDEN TEZ VAKİTTE BEKLİYORUM.

İŞTE SAKAEV.ORG İSİMLİ BİR HABER PORYALINDA ÜSTAT’IN EMİRDAĞ GÜNLERİ İLE ALAKALI GENİŞ VE DETAYLI BİR DERLEME YAZIYI MAKALEME ALIYORUM ...

BEDİÜZZAMAN'IN AFYON EMİRDAĞ GÜNLERİ VE EMİRDAĞ LAHIKASI

BEDİÜZZAMAN'IN VE EMİRDAĞ LAHIKASI

Emirdağ Lahikası I ve Emirdağ Lahikası II, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin 1944-1948 ve 1949-1953 yılları arasında yaşadılar her iki Emirdağ hayatındaki Lâhikalar, Emirdağ'da ikâmeti esnasında yazılmış olup, Isparta'ya ve Isparta vasıtasiyle Risale-i Nur'un okuyucularına gönderilen mektuplardır.  Sonradan tek Emirdağ Lahikası haline getirimiştir.

Emirdağ Lâhika Mektupları Birinci Kısmı: 15 Haziran 1944’te Denizli hapsinden beraet ile tahliyeden sonra Heyet-i Vekile kararıyla Emirdağı’nda ikamete memur edilen Risale-i Nur Müellifi Said Nursî Hazretleri 1947 sonlarına kadar, yani üçüncü büyük hapis olan Afyon hapsine kadar Emirdağı’nda ikamet ettiği müddetçe Isparta, Kastamonu, İstanbul, Ankara ve Üniversite talebeleri ve Anadolu’da Nurların neşre başlandığı yerlerdeki talebelerine hizmete müteallik bazı mektup ve suallerine cevaben yazdığı mektuplardır.

İkinci kısım ise: 1948-1949 Afyon Cezaevinde yirmi ay mevkufen kalıp tahliyeden sonra tekrar Emirdağı’na avdet edip orada bir müddet kaldıktan sonra 1951 yılında Eskişehir’de iki ay ikameti müteakip, oradan da Gençlik Rehberi mahkemesi münasebetiyle iki defa İstanbul’a gelip üçer ay İstanbul’da kaldığı 1952-1953 tarihlerinde ve daha sonra yine Emirdağı’nda iken talebelerine yazdığı mektuplar ve mahkemelere ve davalara temas eden meselelere dair müteaddid lerdir. 1953’ten sonra ikamet eylediği Isparta’da da ara sıra yazdığı mektuplar da vardır.

TAKDİM

 Emirdağ’daki kardeşlerime,
Benim hakkımda evham edenlere deyiniz ki: Biz, hizmet ettiğimiz bu adamın yirmi senelik hayatının bütün mahrem ve gayr-ı mahrem mektuplarını ve kitaplarını ve esrarını hükumet şiddetli taharriyatla elde etti. Dokuz ay, hem Isparta, hem Denizli, hem Ankara adliyeleri tetkikten sonra, birtek gün cezayı, birtek talebesine vermeyi mucip bir madde-beş sandık kitaplarında ve evraklarında-bulunmadı ki, hem Ankara ehl-i vukufu, hem Denizli Mahkemesi ittifakla beraatine karar verdiler.
Hem, bu zaruri işlerini ihtiyarlığına hürmeten gördüğümüz adam, mahkemece dava etmiş ve bütün hazır arkadaşlarını şahit gösterip, tasdik ettirmiş ki: Yirmi senedir hiçbir gazeteyi ve siyasi eserleri ne okumuş, ne sormuş, ne bahsetmiş; ve on senedir, hükümetin iki reisinden ve bir vali ve bir mebusundan başka hiçbir erkanı ve büyük memurlarını bilmiyor ve tanımıyor ve tanımaya merak etmemiş.

Ve üç senedir Harb-i Umumiyi ne sormuş, ne bilmiş, ne merak etmiş, ne radyo dinlemiş. Ve intişar eden yüz otuz telifatından, yirmi sene zarfında yüz bin adamın dikkatle okudukları halde ne idareye, ne asayişe, ne vatana, ne millete hiçbir zararı hükumet görmemiş. Beş vilayetin dikkatli zabıtaları ve taharri memurları ve mahkeme işiyle iştigal eden üç vilayetin ve merkez-i hükumetin dört adliyelerinin ağır ceza mahkemeleri en ufak bir suç bulmamış ki, tahliyelerine mecbur oldular.

Eğer bu adamın dünya iştahı ve siyasete meyli olsaydı, hiç imkanı var mı ki, bir tereşşuhatı ve emareleri bulunmasın? Halbuki mahkeme safahatında hiçbir emare bulamadılar ki, muannid bir müddeiumumi, mecbur olup vukuat yerinde imkanatı istimal ederek mükerreren iddianamesinde "Yapabilir" demiş ve "Yapmış" dememiş. "Yapabilir" nerede, "Yapmış" nerede? Hatta mahkemede Said ona demiş: "Herkes bir katli yapabilir; bu iddianızla herkesi ve sizi mahkemeye vermek lazım geliyor..."
Elhasıl: Ya bu adam tam divanedir ki, bu derece dehşetli umur-u dünyaya karşı lakayt kalıyor; veyahut bu vatanın ve bu milletin en büyük bir saadetine ihlasla çalışmak için, hiçbirşeye tenezzül etmez ve ehemmiyet vermez. Öyleyse bunu taciz ve tazyik etmek, vatan ve millete ve asayişe bir nevi ihanettir. Ve onun hakkında bu çeşit evham etmek, bir divaneliktir.

• • •

1 Allahın adıyla. Onu her türlü kusur ve nokasdan tenzih ediriz. Hiçbirşey yokturki Onu övüp onu tesbih tmesin. (İsra Suresi: 44.)

2 Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi ebediyen ve daima üzerinize olsun.

EMİRDAĞ'A İLK GELİŞİ

Said Nursi, Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin 15  Haziran 1944 tarihli beraat karariyle tahliye olmuş ve iki ay kadar Denizli Şehir Oteli'nde kaldIktan sonra, Afyon'un Emirdağ kazasında ikâmet edeceği kendisine bildirilmiş ve Emirdağ'a gelmiştir.

Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’nin 15 Haziran 1944 tarihinde karar vererek beraat ettirdikleri Hz. Üstad bir müddet Denizli'de kaldıktan sonra aynı yılın Ağustos ayı içinde, muhafızlar nezaretinde Denizli’den Emirdağ’a gönderilir. (Mufassal Tarihçe-i Hayat, s. 978)

Bediüzzaman,Emirdağ Belediye Başkanı'nın ifadesine göre  ilk defa 1 Ağustos 1944 te Emirdağ'ına gelmiştir.

Said Nursi Emirdağ da ne kadar kaldı?

Üstad, Emirdağ’a bu ilk gelişinden itibaren üç buçuk yıl Emirdağ’da kalır.

EMİRDAĞ’DAN AFYON’A

17 Ocak 1948 tarihinde Afyon’a getirilir. Burada kısa bir müddet bekledikten sonra Afyon zindanlarında tevkif edilir.

“Afyon hapsinin yirmi aylık işkenceli, zulümlü ve zehirli ve hastalıklı günlerinden sonra yetmi? iki gün Afyon vilâyet merkezinde nezaret altında bulunur.” (Mufassal Tarihçe-i Hayat, s. 1406)

EMİRDAĞ’DA İKİNCİ İKAMET

Hz. Üstad 28 Aralık 1949 günü de, tekrar Emirdağ’a getirilirek ikinci defa ikamete maruz bırakmıştır.

Bu zaman süreç olarak 1952 yılına yani İstanbul’da yapılan Gençlik Rehberi Mahkemesi’ne ve tekrar Emirdağ’a gelişine kadar geçen süredir ki, zaten bu son yıllarında vefatına kadar ülkenin çeşitli yerlerini ziyaretiyle şereflendirmiştir.

EMİRDAĞ'DA HAFIZ NAMIK ŞENEL:

 Emirdağ'ın Veysel köyündendir. Bir müddet Üstad'ın imamlığını yapmıştır.

Üstad'ın ilmî dehası

"Diyanet İşleri eski Başkanı Ahmed Hamdi Akseki, Üstad Hazretlerinin kardeşi Abdülmecid Efendiyi Ankara'ya çağırıyor. Ve bazı meseleler soruyor. Abdülmecid Efendinin verdiği cevaplara hayran oluyor. 'Bediüzzaman mı daha alimdi? Yoksa siz mi daha alimsiniz?' diyor.

"Abdülmecid Efendi, 'Ben Seyda'yı gökteki kıvılcımlar kadar fark edebiliyorum. Üstadı anlayamıyorum. Seyda bütün kâinatı didik didik etmiş, içine bakmış' diyor. Üstad Hazretlerinin ilimdeki dehasını bu şekilde anlatıyor.

"Hattâ Akseki 'Ben Abdülmecid Efendi gibi âlim görmedim.' diyor. Abdülmecid Efendi ise Üstadı anlayamıdığını söylüyor.

Hırsızın tövbesi

"Emirdağ'da Seydi Yüce isminde bir zat vardı. Lakabına 'bomba' derlerdi. Bu adam bir gün koyun hırsızlığı yapmış. Sabahın erken saatlerinde koyunu almış, Adaçalı'dan aşırıyormuş. Bediüzzaman da Adaçalı'ya gidiyormüş. 'Şu zatın elini öpeyim' diye arkasından süratle yürümüş. Bediüzzaman normal adımlarla yürüdüğü hâlde ona yetişemiyormuş. O kadar uğraştığı hâlde yetişememiş. Sonra bana geldi ve kendisini Bediüzzaman'la görüştürmemi, bütün kötü huylarını terk edeceğini ve tövbe edeceğini söyledi. Ben de Zübeyir Ağabeye söyledim. O da Üstada söylemiş, Üstad Hazretleri de kabul etmiş. Bunun üzerine 'Bomba Seydi' Üstada gidiyor ve bütün hatalarını anlatmaya çalışıyor. Üstad ise 'Günahlarına tövbe et, ben de senin duanın kabul olması için Cenab-ı Hakka dua edeceğim' diyor. Bomba Seydi de tövbe, istiğfarda bulunuyor.

Cübbenin yaşı

"Bir gün Üstad Hazretleri Emirdağ Camiine ikindi namazına gelirken bazı ihtiyarlar, Arap Ahmetlerin Koca, Kırlıoğlu Arif Ağa ve o emsal kişiler camiin şadırvanının başında, 'Acaba Bediüzzaman'ın sırtındaki cübbe kaç senelik?' diye kendi aralarında konuşuyorlarmış. Üstad Hazretleri de geriden durup bunları yanına çağımış. Ve o ihtiyarlara cübbesinin yüz senelik olduğunu söylemiş. Cübbeyi Mevlâna Halid-i Bağdadi'nin emanet bıraktığını, onun torunlarının da kendisine hediye ettiklerini söylemiş.

Üstad'ın yardımı ve camideki kibrit

"Emirdağ'da elli seneden fazla müezzinlik yapan Hafız Murat Buduoğlu denilen zat, bir gün parasız kalmış, çokta sıkışmış ve kimseden de para isteyemiyormuş. O hâlde iken Üstad Hazretleri de bunu çağırmış ve ihtiyacı miktarınca buna para vermiş.

"Yine Üstad'ın Camiin üst katında yeri vardı, buraya akşam namazından önce gelir ve yatsıya kadar kalırdı. Yatsıdan sonra da evine dönerdi. Orada kibriti vardı. Bu kibriti Hafız Murat akşamla yatsı arasında mum yakmak için alırmış. Üstad bunu çağırmış, biraz para vermiş ve oradan bir daha kibriti almamasını söylemiş. Bunların üzerine Hafız Murat, Bediüzzaman'dan çok korktuğunu söylerdi.

Siyasî dehâ

Eskişehir eski müftülerinden Hafız Abdullah Efendi Üstad Hazretleri için, 'Oğlum, bir velinin mânevi derecesi ne kadar yüksekse, siyasetteki dehası da o kadar yüksektir' demişti.

İşârâtü'l-Îcaz'ın tercümesi

"İşârâtü'l-Îcaz'ın tercümesinin Hacı Abdullah tarafından yapılması söylendiğinde Üstad Hazretleri, 'Ne Hacı Abdullah Efendi ne de Mısır uleması ondaki îcazı yerine getiremezler. Ondaki en ufak bir nükte bir çok meseleyi ifade eder' demiştir. Ve neticede bu risaleyi kardeşi Abdülmecid Efendiye tercüme ettirmiştir. Abdülmecid Efendi de kendi itirafıyla Üstad'ın feyzinin devamlı yanında olduğunu ifade etmiştir.

Üstad'ın türbe ziyareti

Emirdağ Veysel Köyünde Veysel Karani Hazretlerinin türbesi

"Bizim köyün ismi Veysel'dir. Burada Veysel Karanî Hazretlerinin türbesi vardır. Bir gün Üstad Hazretleri ve talebeleri; Zübeyir Ağabey, Emirdağ'dan Karaalili Halim Ağa, Mustafa Ezener, Mustafa Acet ile birlikte oraya gittik. Üstad Hazretlerinin türbeye girişi ve dua edişi hakikaten görmeye değerdi. Sanki Veysel Karani Hazretleri orada tecelli etmiş, zevat-ı kiram orayı istila etmişti.

Öyle bir haşyet kaplamıştı. Hatta ziyaretten sonra Karaalili Halim Ağa (Yüksel) Üstada 'Efendim, Veysel Karanî Hazretleri Yemenlider. Sıffın Savaşına katıldığı da söylenmektedir. Nasıl oluyor da onun türbesi burada oluyor?' diye sordu. Üstad Hazretleri de 'Biz onun makamını ziyarete geldik. Ruhu nerede olursa olsun alâ küllihal bizden haberdardır' diye cevap verdi.

"Namık'ın annesi benim annemdir"

"Yine aynı gün Üstad, Zübeyir Ağabeyle ikimize para vererek bizi yoğurt almaya göndermişti. Zira karşılıksız bir şey almazdı. Biz de bizim eve giderek yoğurdu aldık. Validem güzel yoğurt yapardı. Bu arada köyümüzdeki bazı kadınlar Üstadı ziyaret etmişlerdi. Validem de Üstadı ziyaret edip hayır duasını almak için arkamızdan geliyordu.

Ben Üstad'ın kadınlara fazla iltifatının olmadığını bildiğimden validemi atlatmak istiyordum. Biz arabaya bindik. Arabayı Mahmut Çalışkan kullanıyordu. Emirdağ'a gidecek yerde araba tarla yoluna döndü. Ben de Tokçak'ına gidecekler, Hayri Beyle görüşecekler zannettim. Sonra hatırlatmam üzerine geri döndük. Bu sefer okulun arkasından Emirdağ'a dönecekken daha ileriye gittik.

Meğer Validem de hâlâ arkamızdan koşuyormuş. Biz tam Yavan Ahmetlerin evinin önünden geçerken araba durdu. Üstad Hazretleri valideme iltifat ederek, 'Hafız Nâmık'ın annesi bizim de annemiz' dedi. Üstadımızın valideme böyle iltifatta bulunması beni gayet memnun etti. Bana dünyalar verilseydi bu kadar sevinmezdim. Böylece sevk-i İlahi ile validem de Üstad'la görüşmüş oldu.

"Biz namazın hukukunu müdafaa ediyoruz"

"Bir gün Kaymakam Mehmed Uz Bey, Vaiz olarak Hacı Ali Kılınçalp ve ben Cuma namazı kılmak için Piribeyli'ye gittik. Yukarı Piribeyli'de Hacı Ali Efendi cumadan evvel vaaz etti. Ben de hutbe okuyup namaz kıldırdım. Namazdan sonra Kaymakam Bey caminin avlusunda halka hitap ediyor ve Emirdağ Lisesinin yapılması için cemaatten yardım topluyordu. O arada Piribeyli merhum Hacı Hüseyin Efendi üzerinde ilmî kisvesi olduğu hâlde bana, 'Oğlum Hafız, Kaymakama bu şekilde, hoşgeldin desem bana bir ceza tereddüp eder mi?' dedi. Ben de bu fırsatı kaçırmadım ve buna cevaben

'Hocam, siz Bediüzzaman'ın sünnetten iki eksiği var diyorsunuz. Bugün sen caminin içindesin ve namaza gelmişsin ve Kaymakam da dindar, üstelik sizin caminizde yardım topluyor. Sizin bu ilim kisvesiyle bir kaymakama, hoşgeldiniz diyemiyecek kadar sönük imanınız nerede; Bediüzzaman'ın ceberrut devrinde mahkemelerde ilmi kisvesini çıkarmadan kükremesi nerede.'

 'Hatta Afyon Mahkemesinde ikindi namazı biraz geç kalınca namaz kılmak izin istiyor. Hakim müsade etmiyor. Üstad Hazretleri biraz daha bekliyor, yine müsaade istiyor. Yine vermiyorlar. Nihayette artık ikindi namazının vakti tehlikeye giriyor. Üstad, 'Ben namaz kılacağım. Biz buraya namazın hukukunu müdafaa etmek için geldik' deyip bir kükrüyor. Bediüzzaman'a ve talebelerine namaz kılmak için müsaade etmek zorunda kalıyorlar. İşte sizin bu güçsüz imanınızla onun bu iman kuvvetini mukayese edebiliyor musunuz?'

 deyince, merhum Hacı Hüseyin Efendi çok doğru söylüyorsun diye gözyaşı dökmüştü ve şöyle devam etmişti:

"Ben, 'Bu zamanın mürşid-i kâmili kimdir? Kutbu kimdir?' diye kaç defa istiareye yatmışsam; hepsinde karşıma Bediüzzaman, al bir ata binmiş olarak karşıma çıkmıştır. Ben çok vesveseli bir adamım. Bunun için Bediüzzaman Hazretlerinin sakalı olmadığından ve evlenmediğinden iki sünneti terk ettiğini düşünerek tereddüde düşüyordum. Fakat ben bu konuda büyük hataya düşmüşüm.'

"Üstad, kaybettiğim saatin parasını verdi"

"Bir gün Üstad Hazretleri bizi Kapaklı Çeşmesine götürmüştü. Burası Emirdağ'la Bolvadin arasındadır. Biz daha önce postahaneden mektup göndermiştik. Sonra Zübeyir Ağabeyle çeşmeden testiyle Üstada su getirdik. Döneceğimiz sırada öğle namazına ne kadar var diye saatlere baktık. Zira Mustafa Acet imam, Osman Aydın imam, ben imam. Hepimizin namaza yetişmesi lazım. Ben saatime bir baktım ki saatim yok. Ne kadar aradımsa bulamadım. Üstada duyurmamaya çalıştıksa da yine o duymuş. Arabayı durdurdu ve ne olduğunu sordu. Onun ısrarı üzerine anlattım. Nerede kaybetmiş olabileceğimi sordu. Çeşmede düşmüş olabileceğini söyledim. Ve arabayı doğru oraya sürdürdü. Ama orada da bulamadık. Benim yüzümü okşayarak, 'Saatine sahip ol' dedi ve saatimin değeri kadar bana para verdi. Ne kadar almak istemedimse de, 'Kardeşim buraya sizi ben getirdim. Kaybolmasına ben sebep oldum' diyerek zorla verdi. Ben daha sonra saati buldum ve Üstada parayı geri iade ettim. Saati Postahanede düşürmüşüm. Rahmetli Postacı Cemal de saatin benim olabileceğini düşünerek bana getirmişti. Üstad iki yüzümü okşayarak 'Keçeli bir daha saatine sahip ol' dedi.

"Okuduğunuz Kur'ân'ı her yerde dinliyorum"

"Hocam Gönenli Hafız Ahmed Efendi ki; bu zat Eskişehir Oduncu Pazarı Camii imamı iken vefat etmiştir. Ona Üstad Hazretleri 'Siz nerede Kur'an okuyor iseniz ben sizi dinliyorum. Bu şekilde kabul et' demişti. Zira bu zat meşhur kurralardan idi. Üstad Hazretleri onun okuduğu Kur'an'a böyle değer verirdi.

"Düzce'deki Hasan Efendi kıraat okurken, yine orada Kürkzade ve Kulaksız Şükrü Efendi bana, 'Bediüzzaman'ın talebesi ve köylüsü geliyor' diye Emirdağlı olmam hesabiyle bana değer verirlerdi.

"Konya Müftüsü Ömer Tekin Hocaefendi de 'Gel benim nurlu oğlum' diye Bediüzzaman'ın talebesi olmam dolayısıyle bana iltifat ederdi. Seksen iki yaşındaki adam ayağa kalkardı.

"Üstad Hazretlerinin her hâli, her tavrı, her bakışı İslam'a hizmetti. Asırlardır izine tozuna rastlanmayacak muhterem bir zattı. Üstad Hazretlerinin durumunu gördüğüm zaman Peygamberimizi (a.s.m.) hatırladım. Zübeyir Ağabeyin sadakatini gördüğüm zaman Hz. Ebu Bekir Efendimizi, Mustafa Sungur'un celadetine bakar. Hz. Ömer Efendimizi hatırlarım.

"Ceylan Çalışkan rahmetliyi de çok severdim. Kendisi çok zeki bir insandı. Ona 'Sen neden imtihanlardan hep on alıyorsun' diye sormuşlar. O da 'Ondan fazla notunuz olmadığından her zaman on alıyorum' diyerek nükteli bir cevap vermiş. Bu hazır cevaplılığından dolayı soranları güldürmüş.

"Takipçi birisinin akıbeti"

"1960 ihtilalinde bizim karargahımız Mehmet Çalışkan Ağabeyin dükkanıydı. Biz birbirimizden haberdar olmak için devamlı buraya gider gelirdik. O arada Sivrihisarlı Niyazi Usta diye birisi vardı. Bu bizi takip eder, konuştuklarımıza kulak kabartırdı. Ben buna çok kızardım. Hatta dövmeye bile niyetlenmiştim. Mehmed Çalışkan Ağabeye durumu anlattım. O 'Sakın ha, onun başına bir şey gelecek, ama bizden gelmesin' diyerek bizi engelledi. Gerçekten de onun başına öyle bir iş geldi ki, bir daha kimsenin içine çıkamaz bir hâle geldi. Yüz kızartıcı bir suç sonucunda hapse girdi, evini de satarak ailesini Emirdağ'dan götürdü. Bir daha da Emirdağ'a gelemedi.

"Bir gün Üstad Hazretlerinin arkasında öğle namazı kılıyorduk. Üstad namaza başladığı zaman sanki yok olmuştu. Hani Hz. Ali namaza durunca vücudundaki oku çıkarmışlardı ya, aynen onun gibi Üstad Hazretleri de kendinden geçmişti. Onun namaz kılışını görünce kendimden hicap duydum. O namazın lezzetini hala unutamam.

"Üstada gençlerin sevgisi"

"Üstad Hazretleri Emirdağ'a geldiği zaman onun arabasını, faytonunu sürmek için gençler sıraya dizilirlerdi. O hususta jandarmadan dayak yemeği şeref sayarlardı. Üstadı bu kadar çok severlerdi.

"Üstada otomobil alınmazdan evvel Üstad bir yere gitmek istediği zaman arabası, otomobili olanlar, hemen arabalarını alır gelirlerdi. Onu, nereye gitmek isterse götürmek, onun duasını almak isterlerdi. Emirdağlıların nakliye konusunda muvaffak olmalarının sebebi herhâlde Üstad'ın duasına mazhar olmalarındandır.

"Üstad Hazretleri Emirdağ'a 1944 yılında gelmişti. Ben o zamanlar talebeydim. Hocam Gönenli Ahmet Efendi (r.h) bana 'Oğlum, mutlaka bu zatla görüş' demişti.

"Rahmetli babam köyümüzde Hayri Beylerle görüşürdü. Hayri Bey de Üstad'dan küçük risalelerden getirirdi, beraber okurlardı.

"Ben Üstad Hazretleriyle görüşebilmek için beş gün Suvermez'e gittim geldim. Geceleri orada yatıyor, gündüzleri geri dönüyordum. Nihayet beşinci gün sonunda Üstad'la görüşmek kabil oldu. Ve beni talebeliğe kabul etti. Ondan sonra da münasebetlerimiz devam etti.

"Gidip Stalin'i öldürür müsün?"

"Bir defasında Üstad Hazretleri Adaçalı'dan geliyorlar. Kibidek Çavuş denen birisi Üstad'ın yakasına yapışıyor. Üstad'ın yanında o zaman Mustafa Acet var. Üstad silkiniyor, yakasını Kibildek Çavuş'un elinden kurtarıyor ve Mustafa Acet'e dönerek 'Git, Stalin'i öldür desem öldürür müsün?' diyor. Mustafa Acet Ağabey de 'Vallahi Üstadım, şimdi giderim.' diyor. Bunu üzerine Üstad Hazretleri o Kibildek Çavuş'a

'Bak, en edna bir talebem dahi emretsem Stalin'i öldürmeye gidecek. Eğer ben istersem iki saat içinde bana zahmet çektirenlerden intikamımı alırım. Fakat ben rıza-yı İlahi için ve bu milletin imanını kurtarmak için çalışıyorum.' diyor.

 

"Askere merhum Ceylan Çalışkan'la beraber gittik. O benden büyük olmasına rağmen, daha önce, hapiste yattığı için beraber gitmiştik. Ben giderken Üstad Hazretleri bana şöyle demişti:

'Herhangi bir mansıba, mevkiye elin yetişmediği zaman, ayağının altına başka vasıta bul, sakın Kur'an-ı Kerimi vasıta yapma.'

"Askerden geldikten sonra Üstad'la yine münasebetlerimiz devam etti. Emirdağ Çarşı Camiine geçtiğimden Üstad Hazretleri bana, '

Ben hiçbir yerde bu kadar uzun süre (sekiz sene) aynı camide namaz kılmamıştım. Burada Çarşı Camiinde sekiz sene devamlı namaz kıldım. Alâküllihal bu cami benim camimdir. Buraya benim talebelerimden bir fedai çıkması lazımdı. O da sen oludun. Seni tebrik ederim. Benim camime imam olan aynı zaman da benim imamımdır.'

diyerek iltifatta bulunmuştu.

Kabristandaki evliyalar

"Üstad Hazretleri bize daima Keçili köyü kabristanını ziyaret etmemizi tenbih ederdi. ' O kabristanda çok evliya var' derdi. Biz de bunun üzerine bu kabristana çok gitmişizdir. Bir gün Mustafa Acet Ağabey, Bayram ve ben yine o kabristana gitmiştik. Oradaki köylülere 'Bu kabristanın ne gibi hususiyetleri var da Üstad buraya bu kadar ehemmiyet veriyor?' diye sormuştuk. Köylüler de 'İstiklal Savaşında burada çok şehit vermiştik' diye cevap vermişlerdi.

"Üstad Hazretleri, ben Van'da askerlik yaptığımda bana 'Van Kalesine gittin mi?' diye sordu. Ben de 'Evet Üstadım, gittim' dedim. 'Peki, Van Kalesine inerken ayağınız kaysa ne olur?' dedi. Ben de cevaben 'Yüzde beş yüz ihtimalle düşeriz' dedim. 'Tahminen kaç minare boyu var?' dedi. 'Beş minare boyu var diyorlar, efendim' dedim. Üstad bunun üzerine 'Benim oradan ayağım kaydı, on-on iki metre yan tarafa fırladım, fakat bir şey olmadı. O zaman anladım ki, korunuyorum' dedi.

"Namazın kerameti"

"Yine Hasan Hüsnü Mola diye bir zat anlatmıştı. Üstad Hazretleri Bitlis'e eli bağlı olarak getirilirken namaz kılmak için jandarmalardan kelepçeyi çözmelerini istiyor. Onlar da kabul etmeyince Üstad Hazretleri kelepçeyi kırıyor, namazını kılıyor. Ben de Üstada böyle bir şeyin olup olmadığını sordum. Üstad Hazretleri 'Ben gençliğimde çok kuvvetliydim. Kelepçeyi kırıp namazımı kıldım. Belki de namazın kerametidir.' diye cevap verdi.

"O yanmaya mahkumdur"

"Afyon mahkemesinden sonra kitaplar sahiplerine iade edildiğinde paketlerin üzerinde pullar vardı. Üstad Hazretleri bu pulları toplamamı söylemişti. Zira bu pulların üzerinde İnönü'nün resmi vardı. "Üstadım bu pulları ne yapayım?' dedim. Üstad Hazretleri de, 'O pulları yak, zira o yanmaya mahkumdur ' diye cevap verdi.

"Bir Ramazanda Üstad tarafından teravihten sonra sahura kadar Kur'an hatmi indirmem emredilmişti. Mustafa Acet Ağabey risale yazıyor, Zübeyir Ağabey gündüz hizmetlerde bulunduğundan ve rahatsız olduğundan yatıyordu. Kastamonulu Hüsnü ise henüz küçük talebe idi. Her gün teravihten sonra geliyor Üstad Hazretleriyle sahura kadar Kur'an okurduk. İki günde bir hatim indiriyorduk. Sonra evlerimize gidip sahur yemeğini yiyor, camiye mukabele geliyorduk.

"Ben bütün Nur talebelerini görüyorum"

"Kadir Gecesi Üstad Hazretleri iki-üç defa yanımıza geldi. Zübeyir Ağabey ayakta duramayacak kadar hasta olduğundan yatıyordu. Üstad 'Kalk keçeli' diye onu kaldırıyordu. Yine sahurdan önce son gelişinde sedire oturdu. Neşeli bir şekilde sol elini sağ elinin karşısına dikerek 'Ben bütün Risale-i Nur talebelerini görüyorum. Onların bütün nefes alışlarını dinliyorum' diye neşeli bir şekilde konuştu.

"Emirdağ'dan dünyaya bir hakikat ilan edilecek"

"1944'te Üstad Emirdağ'a geldikleri zaman Seydi Koçer Ağabey üç gün oruç tutuyor, hayvansal besinlerden yemiyor. Sonra da Üstadı ziyarete gidiyor. Ve içinden de Üstad Hazretlerinden himmet bekliyor.

Üstad ona dikkatli bir şekilde bakıyor. Seydi Ağabey bunu İbrahim Kantar Ağabey'e anlatıyor. İbrahim Ağabey de üç gün oruç tutuyor, hayvansal besin yemiyor ve Üstad Hazretlerinin yanına gidiyor ve içinden himmet dileğinde bulunuyor. Üstad Hazretleri ona 'Bak kardeşim, Emirdağ'dan bir kısım insanlar bize hizmet edecekler ve bütün dünyaya buradan bir hakikat ilan edilecek' diyor. Ve kısa bir süre sonra Afyon mahkemesi oluyor, İbrahim Ağabey tahliye olduğu hâlde Emirdağ'a gitmiyor, Üstad'ın dış hizmetlerinde bulunuyor.

"Gönenli merhum Hafız Ahmet Erok bize, 'Oğlum, bir velinin büyüklüğü onun karşısındaki muarızlarıyla ölçülür. Koca Sultan, karşısında bütün dünya dinsizliğini almıştır.' diyerek ağlamıştı.

"Mustafa Acet Ağabey anlatıyor: 1950'lerden evvel şekerin bulunmadığı zamanlar, şeker aramaya çıkıyoruz. Bir türlü bulamıyoruz. Eve döndüğümüzde bir bakıyoruz ki, rafta kiloluk kese kağıdıyla şeker var. Üstad bunu görüyor. Kimin getirdiğini soruyor. Biz de bilmediğimizi söyleyince 'Fesübhanallah, her neyse' diyor.

"Üstad cuma günleri banyo yapardı. Bir kış günü Üstad Hazretleri mangalın üzerine ibrikle su koydu. Baktım ki, mangalda sönmek üzere olan bir közden başka ateş yok. Bunu Üstada söyleyince, Üstad Hazretleri ısrarla koymamı söyledi. Sonra tenekeyi getirdi, mangalın yanına dayadı. Ben içimden gülüyordum. Bir kaç dakika sonra Üstad Hazretleri elini tenekeye vurdu ve 'Fesübhanallah, su ısınmış' dedi. Ben inanmayacak oldum. Baktım, su banyo yapacak derecede mükemmel bir şekilde ısınmış.

"Üstad Hazretleri bir şey sipariş ettiği zaman bir kutunun içinden para çıkararak verirdi. Bir gün baktım ki kutuda para yok. Üstad kutunun kapağını tekrar kapadı, bir şey daha ısmarladı ve kutudan içinden yine para çıkarıp verdi. Bunları bizzat gördüm.

"Üstad cinlere ders veriyordu"

"Zübeyir Ağabey anlatıyor: 'Üstad Hazretleri yatsıdan sonra bizi yanına almazdı. Bir gün içeride ne yapıyor diye merak ettim, kapıdan baktım. Baktım ki Üstad sedire oturmuş, karşısında ise bir takım sivri külahlı kimseler dizilmişler, onlara ders veriyor. Sonradan anladım ki Üstad Hazretleri cinlere ders veriyormuş. Neyse ben görünmeden oradan gittim. Üstad beni daha sonra yanına çağırdı. 'Keçeli bir daha seni orada görmeyeyim' dedi.

"Merhum Mustafa Bilal anlatıyor: Üstad Hazretleri Emirdağ'a gelmezden evvel rüyamda 'Bediüzzaman geliyor, Mehdi geliyor' dediler. Ve baktım camiye birisi girdi. Ayakları yerde, başı tâ kubbeye varıyordu. Boyu bu kadar uzundu. Daha sonra Üstad Hazretleri Emirdağ'a teşrif ettiler.

"Bediüzzaman'ın tokadı ve İnönü'nün seçimi kaybetmesi"

"Yine Mustafa Bilal'in yakın akrabalarından Hasan Usta anlatmıştı: '1950 seçimleri olurken ben ağır hastaydım. Yarı uyur-yarı uyanık hâldeyken, 'Bediüzzaman geldi, Mehdi geldi, Said bin Mirza geldi' dediler. Sonra baktım, Afyon Kalesinin önünde yüksek bir taht kurulmuş ve İnönü büyük bir kalabalığa hitap ediyor. Sonra 'Mehdi çıktı' diye bir ses işitildi. Ve kaleden birisi çıktı, dolanarak geldi. İnönü konuşurken ona öyle bir tokat akşetti ki, İnönü tepe taklak kürsüden yuvarlandı ve yere düştü, ben de bu sırada uyandım. Daha sonra İnönü seçimlerde ağır bir yenilgi alarak seçimleri kaybediyor.

"Ben ilk zamanlar şapka giyiyordum. Bana birçok Nur talebesi şapkayı çıkarmamı söylemişlerdi. Ben ise çıkarmaya sıkılıyordum. Bir gece rüyamda. 'Üstad Hazretleriyle bir yere çıkıyoruz, elini benim omzuma atıyor. Bakıyor ki, başımda şapka var. Elinin tersi ile şapkamın güneşliğine vuruyor. Şapkayı gökyüzünde hayal-meyal görüyorum, daha sonra şapka tepesi aşıp kayboluyor.

"Bediüzzaman feyzini bizzat Peygamberimiz (asm)'den alıyor"

"Nazilli'de Şeyh Hacı Ali Efendi isminde muhterem bir zat vardı. Benim de tayınım Konya Doğanbeyli'ye çıkmıştı. Tayinimin Nazili'ye çıkmasını istiyordum. Nazilli Müftüsü Mehmed Ali Sula ile beraber bana yardımcı olması için bu Şeyh Efendinin yanına gitmiştik. O sırada değişik yerlerden başka kimseler de gelmişti.

Onlar benden yaşlı olduklarından onlara yer gösterdi. Ben Emirdağlıyım deyince beni yanına oturttu. 'Bediüzzaman'ı tanıyor musun?' diye bana sordu. Bende tanıdığımı söyledim. Üstad Hazretlerinden uzun uzun bahsetti. 'Evladım, biz makamımızın altındakilerin derecesini takdir edebiliriz.

Makamımızın üzerindekilerin ise derecelerini takdirden aciziz. Bizim kolumuz kısa olduğu için silsile tarikiyle seyr-i sülûk ediyoruz. Ben, Mevlânâ Halid-i Bağdadî Hazretlerine intisablıyım. Bediüzzaman'ın kolu o kadar uzun ki, feyzini bizzat Peygamberimizden (a.s.m.) alıyor' dedi.

Bir gün o zamanın muhalefet partileri, Demokrat Partiye karşı Ege taaruzu diye bir güç birliği kurmuşlardı. Menderes de bunlara karşı Vatan Cephesi'ni kurdu. Bunları Üstad Hazretleri Hamza Emek Ağabeyden öğrendiğinde 'Menderes dindarlarla beraber olursa karşısındaki elli parti de olsa bir şey yapamazlar. Yoksa tepe taklak gider. Bir de İttihad-ı Muhammedî Fırkası var ki, onun iktidara gelebilmesi için halkın en az yüzde altmış-yetmişinin hakiki dindar olması lazımdır' demişti.

"Üstad Hazretleri Bitlis'te Ulu Camiin minaresine çıkarak şerefenin korkulukları üzerinde yürümüş. Ceylan Ağabey Üstada bunu neden yaptığını soruyor. Üstad Hazretleri de, 'Kimsenin yapamadığını yapmak için yaptım' diye cevap vermişti.

"Menderes'le Bediüzzaman'ın selamlaşması"

"Merhum Adnan Menderes 1958 yılında Emirdağ'a gelmişti. Mahşerî bir kalabalıkla yürüyorlardı. Tam Üstad Hazretlerinin oturdukları evin önüne geldiklerinde, ona Üstad'ın evini gösterdiler. Ben de bu manzarayı görmek için tam karşıya durmuştum. Merhum Menderes pencereden bakan Üstada elini kaldırarak selam verdi. Üstad ise buna mukabeleten iki elini birden kaldırarak kucak açmış şekilde Menderes'e selam verdi. Bu sırada öyle bir alkış tufanı koptu ki, ben öyle bir alkış görmedim. Sanki yer yerinden oynuyordu.

"Afyon Hapishanesinde Kasap Tahir isminde birisi vardı. Bu birisinin başını kesmiş ve idama mahkum olmuştu. Fakat henüz idamı infaz edilmemişti. Bu, hapishanede Üstadı ziyarete gitmişti. Üstad buna 'Sen öldürülmeyeceksin' diyor. Gerçekten de 1950 yılında bir af çıkıyor, o da bu aftan yararlanarak idam olmaktan kurtuluyor.

"Nefsimi terbiye ile meşgulüm"

"Mustafa Sabri Efendi Şeyhülislam olunca, Üstad Hazretleri iki-üç gün hiç dışarıya çıkmıyor, daima odasında oturuyormuş. Mustafa Sabri Efendi bunun üzerine Üstad'ın yanına çıkarak ne yaptığını sormuş. Üstad Hazretleri de,'Meşgulüm, meşgulüm, nefsimi terbiye ile meşgulüm' diye cevap vermiş. Mustafa Sabri Efendi'Nefsinin neyiyle meşgulsün?' diye sorduğunda Üstad şöyle diyor:

 

'Nefsim bana diyor ki; 'Sen şeyhülislamlığa her hususta Mustafa Sabri Efendiden daha layıksın, sen varken neden onu şeyhülislam yaptılar?' Ben de ona diyorum ki; 'Eğer bu görev sana nasip olsaydı, hiçbir kimse buna engel olamazdı. Demek ki, sana nasip değilmiş, hakkına razı ol. Oturduğun yerde otur."

(bk. Necmeddin ŞAHİNER, Son Şahitler-IV)

***

1931 Emirdağ doğumlu olan Hafız Namık Şenel, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin her iki Emirdağ hayatının da en yakın şahitlerinden birisidir. O tarihlerde Emirdağ Çarşı Camii’nin resmî imamlığını yapmıştır. Bediüzzaman Hazretleri sekiz sene müddetle, fasılalarla arkasında namaz kılmış, bazen de resmen men edilmiştir. Bunun teyidini Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat kitabında şöyle okumaktayız: “Üstad, ilk iki sene Çarşı Camiine gider, cemaate iştirak ederdi.

Ekser günler ikindi namazını camide kılar ve yatsıya kadar orada kalır, sonra evine gelirdi. İki sene böyle devam etti; sonra kaymakam, insanlarla görüşüyor diye camiden menetti. Emirdağ’ında ikameti zamanında başta Isparta olarak çok yerlerde Nur risaleleri el yazısıyla çoğaltılıyordu.” (Tarihçe-i Hayat 462) Bediüzzaman’a imamlık yapan bu bahtiyar hocanın haliyle Üstad ve Üstad’ın hizmetkârları ağabeylerle sayısız hatıraları var...

Namık Hoca, 1958’de Bediüzzaman Hazretleri’yle merhum Adnan Menderes’in Emirdağ’da karşılıklı selamlaşmasını görenlerdendir. Namık Şenel’in aynı gün bilmeyerek sebep olduğu bir hadise var ki günlerce Türkiye karışmış, Menderes Hükümeti çok zor anlar yaşamıştır. O gün, imamlığını yaptığı caminin minaresine yeşil sancaklar çekilmiştir. Olayın başkahramanı da İmam Namık Şenel’dir. Bediüzzaman’ın kaldığı Emirdağ’da, hem de Adnan Menderes’in geldiği gün yaşanan bu –kasıtsız– hadise, irtica çığırtkanlarına çok iyi bir malzeme olmuş, bütün gazeteler birinci sayfadan yaygara yapmıştır. Hadisenin bütün ayrıntılarını kendisine sorduk… O da anlattı…

1969 senesinden itibaren Nazilli’de ikamet etmekte olan Namık Hoca’mızın hatıraları okununca anlaşılacak ki, O, Nur talebeleri için yaşayan bir tarihtir. Sık sık Bediüzzaman Hazretleri’nin kır gezilerine iştirak etmiş, evine rahatça girip çıkabilmiş, kerametlerine şahit olmuş ve ona sorular sorabilmiştir. Ağabey dediği, Üstad’a Emirdağ’da çok hizmet etmiş olan Mustafa Acet ve Hacı Ali Kılınçalp ile de çok yakın dostlukları olmuştur.

Bu hatıraların daha iyi anlaşılabilmesi için, Bediüzzaman Hazretleri’nin Emirdağ ile münasebetlerinin 1944’den 1960’a, yani vefatına kadar devam ettiğinin bilinmesi lazımdır. Şöyle ki:

Üstad’ın Afyon Hapsi’nden önce ve sonra olmak üzere iki Emirdağ hayatı vardır. 1944’de Denizli Ağır Ceza Mahkemesi beraat ettirmesine rağmen, Said Nursî Hazretleri’nin Emirdağ’da mecburi ikametine de karar verilmiştir. 1944’ten itibaren üç sene kadar Emirdağ’da ikamet edebilen Said Nursî, 1947 senesinin son günlerinde Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nce üçüncü defa hapishaneye, Afyon Cezaevi’ne alınmıştır. Yani 1944-1947 birinci Emirdağ hayatıdır.

Bediüzzaman Said Nursî, 1949’da bir eylül sabahı Afyon hapsinden tahliye olduktan sonra tekrar Emirdağ’a gönderilmiştir. Üç-dört sene kadar daha burada kalan Üstad, 1953 senesinde Isparta’ya yerleşmiştir. İşte bu 1949-1953 arası Bediüzzaman’ın ikinci Emirdağ hayatı olarak tarihe geçmiştir.

Üstad, 1953’te Isparta’ya yerleştikten sonra da Emirdağ’daki sevgili talebeleriyle alakası devam etmiş, ara sıra Emirdağ’a gelip ikametgâhı olan dershane-i Nuriye’de kalmıştır. Hatta vefatına gittiği Urfa yolculuğu Emirdağ’dan başlamış, Isparta’dan devam etmiştir. Yani Üstad, önce Emirdağ’dan Isparta’ya uğramış, oradan Urfa’ya gitmiştir.

“Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyen Bediüzzaman, Emirdağ’da bütün takip ve tarassutlara rağmen, kırlara veya dağlara teneffüs için gezmeye giderdi. Kitaplarında, Tarihçe-i Hayat’ta ve ağabeylerin anlattıklarında, Emirdağ’la ilgili çok hatıralar vardır. Bu kaynaklardan birisi de orada Üstad’ın camisinde imamlık yapan Hafız Namık Şenel’dir.

İşte, kendisinden kamera ile kaydettiklerimi yazdıktan sonra, tashihini yaptırdığım Hafız Namık Şenel’in hatıraları:

Hafız Namık Şenel anlatıyor:

1931’de Emirdağ’ın Veysel köyünde doğmuşum. Baba tarafım Emirdağ’ın Arslanlı köyündendir. Şimdi orası Eskişehir’in Çifteler ilçesine bağlıdır. Bize Hocaoğulları derler. Geniş bir sülale... Dedem oradan hitam müdürü olarak Emirdağ’a gelir. Veysel köyünden arazi falan alır ve oradan evlenir. Daha sonra memuriyeti terk edip bu köye yerleşir. Bu arada malum harpler darplar yaşanır. Dedemin babamla beraber beş çocuğu olur. Babamın adı Ali’dir. Babamın annesi, ninem, o köyden Şeyh Hüseyinoğulları’ndan Ayşe Hanım’dır.

Ben 1944’de Emirdağ’da hafızlığa başladım. Hocam Gönenli Hafız Ahmet Efendi’dir. Sonra bizi Emirdağ’dan Eskişehir’e naklettiler. Daha sonra ben Düzce’ye gittim ve kıraatimi orada ikmal ettim.

Üstad Hazretleri, malum Denizli Mahkemesi’nin kararıyla 1944’de Emirdağ’a geliyor. O yıllarda çok sıkı takip ediliyordu. Ancak 1950’den sonra biraz rahatladı. Üstad Hazretleri Emirdağ’a geldiğinde verilen sıkıntılara rağmen pek çok kimseler ziyaretine gidiyordu. Küçük risalelerden getirip dağıtanlar oluyordu. Emirdağ çevresinde Üstad’ın gelmesiyle çok müspet tesirler meydana gelmişti. Bizim köyde akrabamız Hayri Türkmen diye birisi vardı. O babama küçük risalelerden getiriyor ve beraber okuyorlardı. Ben de bu arada Emirdağ’da hafızlığa çalışıyordum.

Biz, Üstad Hazretleri’ni gelip geçerken hep görüyorduk. Kırlara ve Adaçalı’daki Yorgun Baba denilen türbeye çok giderdi. Bu şekilde Üstad’dan ve Risale-i Nur’dan haberdar olmuş olduk.

Hocam Gönenli Ahmet Eroktan’ın kendisi, dedesi, babası, anası, kardeşleri, çocukları vs hepsi hafızdır. Ahmed Hocam, Üstad Hazretleri için “Koca Sultan” derdi. Bize: “Bir velinin büyüklüğü onun karşısındaki hasımlarının büyüklüğüyle ölçülür. Koca Sultan bütün dünya dinsizliğini karşısına almıştır” derdi. Hocam Gönenli Ahmet çok güzel Kur’an okurdu. Üstad onu, “Sen nerede okusan ben seni dinliyorum” diye taltif ederdi.

Bir gün Eskişehir’den Emirdağ’a gelirken hocam bana “Koca Sultan’ı görmeden gelmeyeceksin” dedi. Kış günü, aralık ayındayız. Benim anam Emirdağ’ın Suermez köyündendir. Veysel köyüne gelin olarak gelmiş. Gittim orada dayımlarda kalmaya başladım. Gündüzleri Emirdağ’da Üstad’ı görmeye çalışıyordum, akşam Suermez köyüne, dayıma dönüyordum. Beş-altı gün bu şekilde uğraştım. Nihayet Şıh Alilerin Hacı Osman Amca’nın oğlu Halil vasıtasıyla Üstad Hazretleri’yle tanıştık. “Seni talebeliğe kabul ediyorum” dedi Üstad Hazretleri. Artık bu şekilde irtibatımız senelerce devam etti. Çok kerametlerini gördüm.

“KUR’AN’I KATİYEN MENFAATİNE ALET ETME!”

Askere 1951 Ekim ayında, rahmetli Ceylan Çalışkan’la beraber gittim. Ceylan benden yaşlı olduğu halde, hapis-mahkeme ve hizmet hadiselerinden dolayı iki sene gecikti. Bir de Turhan Benli vardı. Üçümüz askere beraber gittik. 70 kadar Emirdağlı beraberdik. Askere gitmeden Ceylan’la beraber Üstad’ı ziyarete gittik. Ziyaretimizde Üstad bana “Kur’an-ı Azimüşşan’ı katiyen menfaatine alet etme!” diye tembih etti. Kurtalan’a varınca bizi Van’a seçtiler. Ceylan Ağabeyler Siirt’te kaldılar.

Van’da askerliğimi bitirip dönünce Üstad Hazretleri’ne gittim. Bana, “Kaleye çıktın mı?” diye sordu. “Çıktım Üstad’ım” dedim. “Kapısına indin mi?” dedi. “İndim Üstad’ım” dedim. “Kapısına varırken ayağın kayarsa ne olur? Düşersin değil mi? Ne kadar yüksekliği var oranın?” dedi. “Beş minare boyu dediler” dedim. “Ben oraya varırken ayağım kaydı ve yan tarafa fırlatıldım. O zaman anladım muhafaza edildiğimi” dedi. Hakikaten orada ayağın kaydıktan sonra uçuruma düşmemen mümkün değildir.[1]imamı olduğum ÇarşıİÇİ Camiinde namaz kılardı

Askerden geldikten sonra Emirdağ’da imtihan olduk. Daha önce cemaati olduğum Emirdağ Çarşıiçi Camii’ne imam oldum. Üstad Hazretleri namazlarını bu camide kılardı.[2] Bana: “Ben hiçbir camide bu kadar namaz kılmadım. Sekiz sene bu camiye devam ettim. Alaküllihâl bu cami benim camimdir. Benim talebelerimden bir tanesinin burada fedai çıkması lazımdı. Bu sen oldun, sen alaküllihâl benim imamımsın” diye taltiflerde bulunurdu. Ben o zaman içimden, “Bu kadar mühim bir şey mi?” derdim.

Üstad Hazretleri 1944-47 arasında camiye devamlı gelirdi. Biz o zaman talebeydik. Bir gün caminin daimi cemaatinden Tingillilerin Tahir Ağa, Arap Ahmetlerin Koca Özkara, Ekmekçi Şükrü Barlas, Kocaveli Çavuş Erenoğlu, Kırlıoğlu Arif Ağa, Abdil Akın Hamdi Hoca vs şadırvanın etrafında otururken “Üstad’ın üzerindeki cübbe kaç senelik acaba?” diye konuşmuşlar. O arada Üstad camiye gelmiş. Caminin cümle kapısının önünde durmuş, onları çağırmış ve “Bu hırka tam 100 seneliktir. Mevlana Halid-i Bağdadî’nin hediyesidir” demiş. Bana o arkadaşlarım ittifakla böyle anlatmışlardı.

Üstad Hazretleri, arkada müezzinliğin yanı başındaki yere, seccadesini serer, orada kılardı namazını. Fakat ekseriyetle cumalarda ve gündüz namazlarında, caminin üst kısmında, tahtalarla bölünmüş müezzinlik kısmının orada kılardı. Üstad seccadesini serer orada otururdu. Hatta ikindi veya akşam namazını kıldıktan sonra evine gitmez yatsıya kadar orada okurdu. Bu anlattıklarım ilk zamanlardı. Sonraları gelememeye başladı. 1950’den sonra gelememeye başladı. Daha sonraları cumalara bile gelememeye başladı.

Bazen Bediüzzaman’ın arkasında namaza durduğumuz zamanlar olurdu. Bir Allahü ekber diye tekbir getirdi mi, sanki önde yok olur giderdi. Sanki bu dünyayla alakası kesiliverirdi. O haşyet, o heyecan bizi de kaplardı. Biz duyardık, hafif bir sesle Fatiha’yı okumaya başlardı.NOT

Mustafa Acet vardı, risalelerde adı sıkça geçer. Çarşı içindeki küçük bir cami olan İncili Camii’nde imam-hatipti. Mustafa Acet aynı zamanda hattattı. Emirdağ’da Üstad’a en çok hizmet edenlerdendir. Fakat resmi görevli olduğu için, takibata uğrar diye dikkat ediliyordu. Mustafa Acet bizimle çok ilgilenirdi. Çok mükemmel bir insandı.

Ben gayr-ı resmi talebe okutuyordum. 1955’de kaymakam bizi siygaya çekti. Onunla ikimizi görevden aldı. 15 gün kadar görevden ayrı kaldık.

Bir gün rüyamda camideyim, sabah namazı vakti. Baktım Hazret-i Ömer (r.a.) camiye geldi. İmamete geçmem mümkün değil. Bizim oralarda üç ihlâs okumak adetti. Okudum ve sonra kamet getirdim. İstiyorum ki Hazret-i Ömer (r.a.) mihraba geçsin namazı kıldırsın. Fakat Hazret-i Ömer (r.a.) arkama geçti, beni iki omzumdan tutup kaldırdı ve adeta mihraba dikti. Ben namazı kıldırdım ve uyandım. “Bunda bir hikmet var” dedim. O gün saat 10.30’da kaymakamdan bir yazı geldi ve bizi görevlerimize iade ettiler.

1958’de bir yeşil sancak hadisesi oldu ki birazdan anlatacağım. Ondan da 35 gün hapis yattık. Sonra beraat ettik. 1960 ihtilalında de yakamıza yapıştılar. Beni Konya Doğanbey’e gönderdiler; Mustafa Acet’i ise görevden aldılar.

Üstad Hazretleri fedai çıkması lazımdı demişti ya... İşte biz de bir nevi fedai gibi olmuş olduk.

Şapkama vurdu

Ben hafız olduğum halde şapka giyiyordum o zamanlarda. Kur’an okurken bere gibi ters giyerdim; fakat bir türlü çıkaramıyordum. Etrafın da, “Hoca başı açık mı gezer hiç?” diye baskısı vardı üzerimde. Ağabeylerimiz de “Bunu çıkar artık” diye söylerlerdi. Ama bir türlü çıkarıp atamadım şapkayı.

İloğlu Hüseyin Çavuş vardı. Onun evinde kiradayım. Bir gün rüyamda, Üstad Hazretleri geldi ve aşağıdan beni çağırdı. İndim. Üstad, kolunu, soldan sağ tarafa doğru omzuma attı. Baktı, başımdaki şapkayı gördü. Elinin tersiyle öyle bir vurdu ki, benim şapka İzmir’e doğru uçtu. Gidiş o gidiş oldu. Bir daha da hiç takmadım.

Kitaplar henüz matbaalarda tab edilmeye başlamamıştı. Ancak teksir edilerek çoğaltılıyordu. Ben de kitapların tamamını henüz alamamıştım. Ceylan’ın babası Mehmet Çalışkan Amca’ya “Mehmet Ağabey, kitaplar geldikçe bana ayır” dedim. O da “Olur” dedi. Birkaç ay sonra kitaplar gelmiş. Ama o gün ben rüyamda Hazret-i Ali’yi (r.a.) gördüm. Eline bir kitap almış “Bu kitap elli lira. Babandan parayı al gel, kitabı sana vereceğim” dedi.

Öğle namazını kıldırdıktan sonra çıktım. Uzunçarşı’dan yürüyordum ki Mehmet Ağabey çağırdı. “Hafız, kitapların geldi. Tam elli lira yapıyor. Getir paranı, al şimdi. Para peşin olacak haa!” dedi. O orada babam rast geldi. Üzerinde asker resimli olan 50 liralar vardı o zaman. Çıkardı onlardan bir tane verdi. Gittim kitapları aldım. Aynen rüyada gördüğüm gibi oldu hâdise.

“BİZ BU MEMLEKETİN ASAYİŞİNE HİZMET EDİYORUZ”

Üstad Hazretleri nereye gitse devamlı takip ve tarassut altındaydı.NOT 1946 veya 47 olabilir. Üstad Adaçalı’ya gitmişti. Orada Yorgun Baba diye bir yatır vardı. Onu ziyarete gitmiştik. Yanında Mustafa Ağabey (Acet) ve ben vardım. Ben o zaman daha talebeydim. “Kipildek” denilen bir başçavuş vardı. Gözlerinin bakış şeklinden dolayı halk öyle derdi ona.

İşte bu başçavuş bir gün Adaçalı’ya Üstad’ı almaya geldi. Bir ara Üstad’ın yakasını tuttu. Mustafa Acet Ağabey ve ben orada Üstad’ın yanındayız. Üstad birden ellerini tuttu ve şöyle silkeleyiverdi. Sonra Mustafa Ağabey’e dönerek “Mustafa! Git Stalin’i öldür gel desem gider misin?” Mustafa Ağabey “Vallahi giderim Üstad’ım!” dedi. Üstad “İşte benim bunun gibi binler talebem var. İstesem iki saatte intikamımı alabilirim. Fakat biz bu memleketin asayişine hizmet ediyoruz” dedi şiddetle.

“BENİM BEDEVİ TALEBEM”

Emirdağ Yedikapı Boğazı’nda Kapaklı Çeşmesi vardır. Üstad Hazretleri ile zaman zaman oraya beraber giderdik. Bir nevruz günü idi. Ben o zaman genç olduğumdan; oradan oraya, tepelerin, ağaçların üstüne inip çıkmaya başladım. Üstad Hazretleri “Benim bedevi talebem” deyip gülmüştü o zaman.

Yine bir gün Üstad Hazretleri ile beraber aynı yere gittik. Ben Zübeyir Ağabey’le beraber Kapaklı Çeşmesi’ne su almaya indim. Testileri doldurduk. Otobüsle geri dönerken “Öğle ezanına ne kadar var? Camiye cemaatime yetişebilecek miyiz?” diye konuşurken, elimi cebime attım. Bir baktım ki cep saatim yerinde yok. Zinciri kalmış sadece...

O saati de Ramazanda mukabele okuduğum subaylar vardı; Elazığlı Şahin Hayrettin Güder (kendi komutanım, yüzbaşımdı), ve Nene Hatun’un torunu Muzaffer Hatunoğlu. İşte ben bu iki subayın hanımlarına mukabele okumuştum. Bana bir saat almışlardı o zaman. Üç yıldız, altın kaplama, Nacar marka bir cep saati...

Bu arada biz bunu fiskos konuşurken Üstad bizi duydu. “Ne oldu?” deyip arabayı durdurdu. “Hafız Namık’ın saati kaybolmuş Üstad’ım” dediler. Beni yanına çağırdı. “Nerede kaybettin?” dedi. “Üstad’ım tam bilmiyorum; ama çeşmenin oralarda düşmüş olabilir” dedim. Bana şöyle iki tane okşar gibi vurdu, “Saatine sahip ol” dedi. Sonra da “Saatin kaybolmasına ben sebep oldum” dedi ve zorla parasını verdi bana.

Neyse Emirdağ’a geldik, namazları kıldık. Namazdan sonra Cumhuriyet Meydanı’na doğru yürürken Mustafa Ağabey (Acet) karşımdan geliyordu. O arada postacı Cemal vardı, Seyyitlerdendi. O da geldi “Hocalar, içinizde saat düşüren var mı?” demesin mi! “Ben!” dedim. “Bak bu saati postanede düşürmüşsün” dedi ve saati bana verdi. Ben Üstad Hazretleri’nin mektuplarını atmak için postaneye gitmiştim. Masanın üstüne doğru eğilince zincirinden çıkmış ve düşmüş demek ki.

Saati alınca doğru Üstad Hazretleri’ne gittim. “Efendim saati bulduk, buyurun parasını” dedim. “Saatine sahip ol keçeli” dedi ve iki tane daha okşadı. Saat hâlâ hatıra olarak bende duruyor.

Testiye vefa

Üstad Hazretleri’nin testisi çatlamış. Bana “Bunu tamir edebilecek kimse var mı?” dedi. Ben “Anamın bu işlere eli yatkındır” dedim. Ve aldım testiyi eve getirdim. Anam yumurta, kireç, pamuk karışımı, “lök” yaptı ona. Testiyi güzelce tamir etti. Getirdim Üstad’a verdim. Üstad aldı odasının bir köşesine koydu: “Bu bana çok hizmet etti, bana çok arkadaşlık yaptı” dedi.

Ben o zaman Üstad Hazretleri’ndeki vefa duygusunu görmüştüm. O toprak parçasını, “Bana çok hizmet etti, çok arkadaşlık etti” diye atmıyordu. Eşyasına bile vefa gösteriyordu. Üstad öyle birisiydi...

ŞAHİT OLDUĞUM İNAYETLER

Üstad Hazretleri’nin metal para koyduğu yuvarlak bir krem kutusu vardı. Çıkarır oradan para verirdi. İçinde mutlaka para olurdu. O zamanlar demir paralarda resim yoktu. Ben birkaç hadiseye şahidim.

Bir gün Mustafa Acet’e bir lira verdi. “Git şunları al” dedi. Baktım kutudaki para bitti. Kutu boşaldı, içinde hiç para kalmadı. Üstad kutuyu kapattı, tekrar açtı, bir para daha verdi, “Şunları da al” dedi. Bunu üç dört kere böyle görmüşümdür.

Sene 1948... Mustafa Acet anlatmıştı:

“Şeker bulamıyorduk. Arıyoruz, tarıyoruz; ama şeker bulamıyoruz. Aynı günlerde Üstad’ın evindeyim. Başımı şöyle yukarıya doğru çevirdim. Baktım rafta bir kese kâğıdı var. Aldım baktım. İçi iri iri kesme şekerlerle dolu. Hemen Üstad ayağa kalktı, ‘Kim getirdi bunu?’ dedi. ‘Bilmiyorum Üstad’ım. Onu siz bilirsiniz’ dedim. ‘Fesuphanallah, her neyse…’ dedi.”

Yine Mustafa Acet anlatmıştı:

“Cumaya gitmeden evvel Üstad banyo yapardı. Bir gün mangal şöyle duruyordu. Ama içindeki köz neredeyse sönmek üzereydi. Üstad, ‘İbriği koy üzerine’ dedi. ‘Üstad’ım bu ısınmaz burada’ dedim. ‘Koy, koy...’ dedi. Kendisi de eline tenekeden bir maşrapa aldı, mangalın kenarına değdirdi, ısınmasını bekledi. Ben gülüyorum, bu ısınır mı böyle diye... Biraz sonra ikisinden de buhar çıkmaya başladı. Elini şöyle değdirdi hemen çekti. ‘Fesübhanallah, ısınmış ikisi de’ dedi.”

“Hafızımın anası bizim de anamızdır”

Benim köyümün adı Veysel köyüdür. Orada Veysel Karanî Hazretleri’nin makamı vardır. Bizim köye, o makama Üstad Hazretleri’nin iki defa ziyareti vardır. İlkinde bir kamyonla gittik. Üstad öne oturdu. Biz kasada gittik. Üstad Hazretleri’nin türbeye bir ziyareti vardı ki hakikaten çok muazzamdı. Mustafa Ezener (merhum), Ahmet Urfalı (Emirdağ’da hayattadır), Ramazan Duran, Manifaturacı Karahalların Halim Ağa vardı. Halim Ağa dedi ki, “Efendim, Veysel Karanî Yemenli... Burada ne gezecek” dedi. Üstad Hazretleri, “Biz onun makamını ziyarete geldik. Alaküllihal kendisi nerede olursa olsun, onun ruhu bizim gelişimizden haberdardır” dedi.

Üstad, o gün Zübeyir Ağabey’le beni yoğurt almaya göndermişti. Biz tam yoğurdu alıp çıktık, baktık Üstad taksiyle geliverdi önümüze. Şoförü Mahmut Çalışkan’dı; o da hayattadır şimdi.

Rahmetli anam taksiyi görünce koştu geldi. “Üstad’ı ben de göreyim” diye koşuyordu. Anama gelme diye işaret ettimse de o geliyordu. Bu arada biz Emirdağ yoluna gidecekken, Mahmut ters tarafa, tarla yoluna giriverdi. Ben “Nereye gidiyoruz?” dedim. Mahmut “Emirdağ’a...” dedi. Ben “Burası Emirdağ yolu değil” deyince, o tekrar şaşırdı ve yanlış yola, mektebin arkasına doğru döndü. Bu arada anam da oraya gelmiş. Üstad arabayı durdurdu. “Hafızımın anası bizim de anamızdır” diye biraz taltif etti anama. O zaman o kadar memnun oldum ki, tarif edemem. Anam ihlasla koştu, Allah da görüştürdü.

Hırsızın ıslahı

Benim Seydi Yüce isimli bir komşum vardı. Ona halk “Bomba” derdi. Müthiş hırsız ve şerli bir adamdı bu. Bana bir gün “Hafız, Bediüzzaman’la beni bir görüştürsene... Ben bu işlerden vazgeçmek istiyorum. Ne olur, beni onunla görüştür!” dedi.

Adaçalı’da Yorgunbaba denilen bir yatır vardır. Üstad ona sık sık ziyarete giderdi.

İşte, Bomba bir gün oradan koyun aşırmış... Üstad Hazretleri’ni orada görünce koyunları bırakıp onun elini öpmek için koşmuş Üstad’a doğru. Üstad yürüyormuş o esnada. Epey koşmuş; fakat bir türlü yetişememiş. Bunu bana anlatırken “Bu gençliğimle ben ona yetişemedim, elini öpemedim... İlla ki bunda bir iş var. Sen elini öptür” diye yalvardı bana.

Ben de gittim Zübeyir Ağabey’e aynısını anlattım. O da Üstad Hazretleri’ne… Üstad, “Gelsin” demiş. Beraber Üstad’a gittik. Orada sayıp döküyor yaptıklarını… O yaptıklarını anlamaya başlayınca Üstad, “Sen tövbe et! Ben de tövbenin kabulü için Allah’a dua edeyim” dedi. Hakikaten bu adam bir daha bu işleri yapmadı, kurtuldu. İşte Üstad böyle bir üstattı! Buna da şahit olmuştuk.

Üstad imamlığı

Emirdağ’ın Keçili diye küçük bir köyü vardır. Bu köyde Kâmil Ağa vardı. Üstad Hazretleri onun bahçesine gider bazen istirahat ederdi. O köyün camisine imam tutacak durumları yoktu. Zaten Emirdağ’a göç vere vere köyde çok az hane kalmıştı. Üstad Hazretleri o camide 15–20 gün kadar imamlık yapmıştır.

O köyde bir kabir vardı. Üstad Hazretleri, bize (Bayram, Ben, Mustafa Acet ve birkaç kişiye) “O kabri sık sık ziyaret edin. Orada çok büyük evliya var” derdi. Ben sonradan o köylülere “Burada kim var?” diye sordum. “Bizim bildiğimiz bir kimse yok, biz bilmiyoruz. Yalnız İstiklal Harbi’nde çok şehit defnettik buraya” dediler.

Yine Emirdağ’da bir kış günü Üstad’a gittim. Her taraf kardı. “Üstad, talebelerle beraber Keçili köyüne gitti” dediler. Ben de Keçili köyüne gittim. Baktım Üstad ve ağabeyler kıbleye bakan iki tepe arasında yamaçtalar. Her taraf kar ve hava oldukça soğuk... Üstad Hazretleri öyle bir yer seçmiş ki güneş tam karşıdan vuruyor. Sanki soba yanıyor gibi. Yanında Zübeyir, Mustafa, Ceylan, Sungur, Bayram, Hüsnü Ağabeyler vardı. Ders okundu. Ben de iştirak etme fırsatı buldum, elhamdülillah.

Müspet hareketin ölçüsü ve neticesi

Piribeyli Hacı Hüseyin Efendi vardı; müderris, âlim... Oğlu Süleyman Tanrıkulu, Yunak Müftülüğü yapmıştır.

Mustafa Acet Ağabey bu köye gidecek... Üstad Hazretleri de “Orada Hacı Hüseyin Efendi’ye selam söyle, o benim kardeşimdir” diye selam yollamak istiyor. Mustafa Ağabey de “Efendim o Risale-i Nur’un aleyhindedir” diye cevap verince Üstad, “Sen benim kardeşimi gıybet ediyorsun, aramızı bozuyorsun” diye hiddet ediyor.

Bu söz müderris Hüseyin Efendi’nin kulağına gitmiş. Bu zat babamın ahbabı olduğundan Emirdağ’a geldi mi bizde misafir kalırdı. Beni de severdi. Bana “Hafız sana bir şey soracağım. Ama dosdoğru söyleyeceksin. Böyle bir hadise olmuş. Bediüzzaman benim için böyle demiş. Bu hadise nasıl oldu?” dedi. Ben de “Evet... Derken ben de vardım” dedim. “Ben müvesvis bir adamım. Ne zaman zamanın mürşid-i kâmilini görmek için rüyaya yatmışsam, Bediüzzaman bir al ata binmiş karşıma çıkmıştır. Ama ah, bendeki bu müvesvis kafa –kafasına yumrukla vurdu– sünnetten iki noksanı var (evlenmedi ve sakal bırakmadı) diye vesvese yaptım. Onlar benim bildiğimi bilseler her gün Bediüzzaman’ın ayağının altını öperlerdi” dedi. Hakperestlik yaptı.

İstanbul vaizlerinden Şemseddin Yeşil vardı. “İlme Ulemaya” diye Ashab-ı Kiram hakkında 100 sayfa kadar broşür şeklinde bir yazı hazırlamış. Sahabe arasında olan ihtilafları falan yazıyordu. Bunu Üstad’a göndermiş. Üstad Mustafa Ağabey’e “Oku” dedi. Mustafa Ağabey sayfaları tek tek çevirdi, okudu. Üstad, “Yak! İstanbul uleması onun cevabını verir. Karşımızda dinsizlik cereyanı var. Müslümanlarla, ihtilaflarla uğraşmak vazifemiz değil” dedi. Hakikaten bir zaman sonra Ömer Nasuhi Bilmen “Müslümanların Ashab-ı Kiram hakkında nezih itikatları” diye bir kitap neşretti. Onun cevabını verdi.

1955’lerde ben yine Emirdağ Çarşı Camii’nde imamım. Afyon Mahkemesinden kitapların hepsi gelmiş. Fakat üzerindeki pulların hepsinin üzerinde İnönü’nün resmi var. Üstad bana “Bu pulların hepsini temizle” dedi. Ben de hepsini temizledim, bir araya topladım. “Üstadım ne yapayım ben bunları?” dedim. Üstad şeddeli bir ifadeyle “Yak! Zaten yanmaya mahkûm!” dedi.

Emirdağ’da aslı Sivrihisarlı kunduracı Niyazi Usta diye birisi vardı. Uzunçarşı’da Mehmet Çalışkan Amca’nın dükkân komşusu idi. Mehmet Çalışkan, Üstad’ımızın hizmetkârı Ceylan Çalışkan’ın babasıdır. Niyazi Usta, Emirdağ’ın hatırı sayılır esnafıdır ve Halk Parti’lidir. 1960 ihtilalinden sonra iyice değişmişti.

Biz Mehmet amcanın dükkânına uğrayıp hal hatır sorardık. Her seferinde Niyazi Usta dükkânın önüne gelir, kulağı dükkânda ve konuşulanlarda olurdu.

Bir gün Mehmet Amca’ya “Ben bu adamın haddini bildireceğim” dedim. Mehmet Amca, rahmetli, “Hafız, sakın haa! Biz ona sabahtan akşama kadar her gün sabrediyoruz. O mutlaka bunun ceremesini çekecektir. Fakat bizden bulmasın” dedi.

Hakikaten, birkaç ay içerisinde Bolvadinli Taktaklar’ın yeğeni bir çocuğa çirkin bir hâdise yapar ve Niyazi Usta 10 yıl hüküm giyer. Bu hatırı sayılan esnaf, Emirdağ’da neleri varsa satıp terke mecbur kalır. Bu da Mehmet Ağabey’in sabrının ve Risale-i Nur’un bir kerametinin sonucu idi.

Bizim köylümüz Hayri Bey vardı. Çok zeki bir insandı. Bir defasında Üstad’a varıyor ve “Üstad’ım ben Risale-i Nur’u anlayamıyorum, bana dua et” diyor. Üstad Hazretleri, “Sen Allah’a çok şükret, hamd et ki Risale-i Nur’u anlayabilecek kapasitede yaratılmışsın” diyor. Hakikaten müthiş bir anlayış vardı onda.

Kelepçe hadisesi

Emirdağlı Hasan Hüsnü Molla diye bir zat, bana bir şey anlatmıştı. Bunu Üstad’a sordum. Bu Hasan Hüsnü, o zamanlar Hatay’da oturuyormuş. Hatta Hatay’ın bize iltihak edilmesinde çok hizmetleri olmuş. Çok uyanık bir adamdı. Nasılsa bir cinayet hadisesinden dolayı Halep’e kaçmak zorunda kalmış ve orada 24 sene otel işletmiş. 1952’den sonra Emirdağ’a gelmiş.

Bir gün sabah namazından sonra beraber oturuyorduk. Hasan Hüsnü bana şöyle bir hâdise anlattı.

“Bitlis Valiliği’ni yapmış Ömer Paşa Halep’e gelmişti. Orada bana, ‘Bediüzzaman Hazretleri’ni jandarmalar götürürken, bir su başında abdest almak istemiş. Fakat müsaade etmemişler. O da kilidi kırmış, atmış’ diye anlatmıştı vali.”

Ben de Üstad’ın hayatının anlatıldığı Tarihçe-i Hayat’ıNOT Van’da askerde iken almıştım. Okumuştum aslında. Ben bu hadiseyi, Üstad Hazretleri’ne bir ziyaretimde “Efendim, Halep’te Eski Bitlis Valisi Ömer Paşa arkadaşıma anlatmış bu hadiseyi” diye sordum. Üstad tebessüm etti “Öyle oldu. Askerler namaza müsaade etmediler. Ben o zaman çok kuvvetli idim, kelepçeyi kırdım. Hem namazın kerametidir o” dedi ve geçiştirdi sorumu.

Bütün Risale-i Nur Talebelerini görüyorum

Sene 1958... Bir Ramazan günündeyiz. Üstad bana “Sen teravihi camide kıldır, sonra buraya gel. Sahura kadar Kur’an okuyacağız, hatim indireceğiz” dedi. “Baş üstüne Üstad’ım!” dedim. Artık teravihten sonra Üstad’ın yanına gidiyordum. Zübeyir Ağabey akşama kadar hizmete koştuğu için istirahat ediyor, Mustafa Ağabey (Acet) yazı yazıyor, Hüsnü de yeni yeni yazı öğrenmeye çalışıyordu. O zaman çok gençti o –hâlâ hayattadır.

Ben de her gün sahura kadar, 15 cüz okuyordum. İki günde bir hatim bitiyordu. Üstad Hazretleri de duasını yapıyordu. Üstad bana sahurda iki kurabiye veriyordu. Biri bana, diğeri hanımıma. Ona götürüyordum. Sahuru evde yaptıktan sonra, camiye gidip mukabele okuyor ve sabah namazını kıldırıyordum. Uyku ondan sonra başlıyordu. Bu, Kadir gecesine kadar devam etti. Kadir Gecesi, Üstad yanımıza geldi ve kıbleye doğru oturdu. Gayet neşeli bir şekilde “Ben bütün Risale-i Nur talebelerinin nefes alışlarını işitiyorum” dedi. Sonra sağ elini kaldırarak avucunu gözlerine doğru tuttu ve “Ben bütün Risale-i Nur talebelerini görüyorum” dedi. Aynen böyle oldu. O sene bir ay böyle devam ettik.

yeşil sancak HADİSESİ 1958 senesinde, bilmeyerek Türkiye’de ortalığı karıştıran bir hadiseye sebep olmuştuk. Şöyle ki:

1958’de Menderes Isparta’ya gelmişti. Isparta’da bunu camide bayraklarla karşılıyorlar. Emirdağlılar da gitmişti o zaman. Hatta Halk Parti’lilerle Demokrat Parti’liler birlik olup memlekete bir şeyler yaptıralım diye müştereken gidiyorlar.

Biz Emirdağ’dayız. İkindi namazından çıktık. Nuri Bilal Amca vardı, Terzi Mustafa Bilal’in babası. Yaşlı başlı bir adamdı. Onunla ikimiz onların terzi dükkânına doğru gidiyoruz. Karşımıza Halk Parti’li Raşit Uzel ile Demokrat Parti’li Sadık Kalender çıktı. İkisi de terzi, ikisi de Risale-i Nur’la alakadar.

Bize “Hocalar Isparta’da Menderes camilerde bayraklarla karşılandı. Siz de böyle bir şey yapsanız olmaz mı?” dediler. “Olabilir” dedik biz. Onlar ayrıldı. Sonra belediye zabıta amiri Kara Halil geldi karşımıza. Biz “Belediyede fazla bayrak varsa bize verseniz biraz” dedik. Kara Halil “Valla belediyeye bile yetmiyor bizim bayraklarımız” dedi.

Neyse, ertesi gün oldu. Menderes Emirdağ’a gelecek, bekleniyor. Biz de caminin yanına yaşlı Nuri Amca’yla vardık. Yanımıza Müezzin Ramazan geldi. Ona “Sizin dükkân nasılsa kenarda, dükkânın bayrağını ver de minareye çıkalım” dedim. “Bizim dükkânın bayrağı yok da caminin sancağı var. Onu getireyim” dedi. “Getir” dedim. Getirdi. Sancak yeşil, üzerinde de Arapça ayetler, hadisler var. “Padişahım çok yaşa” yazıyor. “Nuri Amca başımıza iş açmayalım sonra?” dedim. Rahmetli “Sen çok bilirsin zaten.

Ben Birinci Cihan Harbi’nde Şehzade Cemaleddin Ruhi Efendi’nin sancak çavuşuydum” dedi. “İyi madem” dedim bende. Müezzin sancağı aldı, çıktı minareye. Arkasından ben de çıktım. Sonradan gelenlerle beş kişi olduk. Bu arada Ali Hoca vardı, o da benim caminin müezzini: “Hocam bizim caminin de sancağı var. Getireyim mi?” dedi. “Getir” dedim. Yeşil sancak oldu iki...

Ben sonra indim, öğle namazını kıldırdım. Babam gelmiş köyden. Onun için eve gittim, geldim. İkindi namazını kıldırdım. Ama beş kişi devamlı duruyor, yukarda minarede. Menderes ikindi namazından sonra geldi. Ama müthiş bir kalabalık oldu. Benim esas gayem, Menderes’le Üstad Hazretleri’nin karşılaşmaları... Onu görmek istiyordum.

Adnan Menderes üstü açık bir pikap içinde geldi. Uzunçarşı’dan geçecek. Üstad’ın kaldığı evin de penceresi Uzunçarşı’ya bakardı. Menderes’in yanında Maliye Bakanı Hasan Polatkan ile Afyon milletvekili Orhan Kökten vardı. Orhan Bey bizim akrabamızdır.

Menderes’in arabası ağır ağır Uzunçarşı’dan geçiyordu. Orhan Bey, Üstad’ın olduğu yeri Menderes’e gösterdi. Menderes tam Üstad’ın karşısına gelince öyle bir alkış koptu ki, ben sanki Emirdağ yerinden oynuyor zannettim. Üstad Hazretleri pencerede ayakta duruyordu. Avuçları kendine bakacak şekilde kollarını kaldırmış, kucaklar gibi –yüzüne doğru– hareketlerle Menderes’i selamlıyordu. Adnan Menderes de Üstad’a doğru elleri açık, kollarını iki yana sallayarak selamlıyordu. O alkışı unutamam. Neyse, Menderes belediyeye kadar gitti, bir konuşma yaptı. Esat Erenoğlu yardım etti. Sonradan profesör oldu bu zat.

Sonra ben akşam namazını, yatsıyı kıldırmak için camiye geldim, kıldırdım. Bizim müezzin Ali Hoca “Hacıbayramların Terzi Mehmet ‘Yarın ya hapse gireceksin, ya da yurtdışına sürüleceksin’ dedi bana” demez mi! “Halt etmiş o!” dedim. Neyse gittik eve yattık. Gece saat 03’te “Pat, pat, pat!” kapıya vuruluyor. Baktım 15–20 kadar polis... Kütahyalı polis Abdullah vardı, zaten o hafiye idi. “Hocam karakola gideceğiz” dedi. Giyindim, gittik. Beni polis nezaretine kapattılar. Diğerlerini de topluyorlar artık.

Gün ışımaya yakın ifademi almaya başladılar. Tuttukları tutanak şöyle:

“Başbakanımız Sayın Adnan Menderes’in ilçemizi ziyareti sırasında haklın coşkun tezahüratından bilistifade, halkı iktidar aleyhine çevirmek ve halkı eski saltanat devrini istetmek gayesi ile dini, siyaseti alet ederek halkı tahrik için minareden sancak çekmek.”

Ben lazım gelen cevapları verdim.

Velhasıl netice olarak bizi mahkemeye sevk ettiler. Hâkime ifade veriyoruz. Ben sorgu hâkimine “Camide zaten duran sancak, minarede dursa ne zarar verecek, zannıyla bu işi yapmıştık...” demiştim. Sorgu hâkimi bunu tutanağa koydurmamış. Trabzonlu Komiser Ali Rıza vardı. Bir ara hâkim ona döndü “Niye müdahale etmedin?” dedi. “Efendim eğer müdahale etseydik memleket isyan edecekti” dedi. “Hilaf-ı hakikat konuşuyor Hâkim Bey. Gerek münevver tabakadan, gerekse emniyetten bunun suç olduğu ima dahi edilseydi, derhal men ederdik. Bunu biz yaptık zaten, kimseden emir almadık ki” dedim.

Bizi tevkif ettiler. 33 gün Emirdağ’da yattık. Sonra Bolvadin Cezaevi’ne naklettiler. Bir hafta sonra da takipsizlik kararıyla çıktık.

Bu arada Diyanet görevimize son vermişti. Sonradan geri aldık ve görevimize devam ettik. Ama o gün sabah namazına bir cemaat geldi ki... O anda Nuri Bilal Amca’nın sesi sanki Bilal-i Habeşî gibiydi. Salat-ü selamlar, tekbirler... Bayram namazı bile böyle olmazdı yani.

Bu arada insanı tebessüm ettiren şeyler de olmuştu:

Hâkim, yaşlı Nuri Bilal Amca’ya “Sen sancak çektin mi?” diye sordu. Nuri Amca, “Çektim. Ben Şehzade Cemaleddin Ruhi Efendi’nin sancak çavuşuydum!” dedi. Hâkim “Canım o Birinci Dünya Harbi’nde kaldı, onu bırak şimdi. Bu Cumhuriyet döneminde çektin mi?” dedi. “Çektim tabii! Biz asker gönderirken çekeriz. Koyunlar hasta olduğunda onlara dua ederken sancağı açarız...” diye saymaya başladı Nuri Amca. “Bırak bunları şimdi...” dedi Hâkim. Yeşil sancak hadisesi böyle olmuştu.

Bu hadise o zaman başta İnönü ve daha sonra bazı gazeteler tarafından çok istismar edilmişti. Menderes çok zor durumda kalmıştı. Akrabamız Afyon Milletvekili Orhan Bey’in sonradan bize anlattığına göre, Menderes, minaredeki yeşil sancağı görünce, “Eyvah!” demiş. Ve soruşturma onun emri ile başlatılmış.

GAZETELERİN YEŞİL SANCAK HADİSESİNİ VERİŞ ŞEKLİ

CUMHURİYET GAZETESİ, 23.10.1958

Emirdağda Yeşil Bayrak Çekenler Tevkif Edildiler

Hâdise ile ilgili çarşı içi camii imamı ve arkadaşları yakalandılar. Sanıkların duruşması bugünlerde başlıyor. Sanıklar Emirdağ’da Nurcu olarak tanınmaktadırlar.

Ayın 19’uncu Pazar günü Başbakan Adnan Menderes’in Emirdağ ilçesini ziyareti sırasında Çarşıiçi Camii minaresine bir yüzü yeşil ve tuğralı, diğer yüzü de kırmızı bayrak çekenler yakalanmışlardır. Muhitte olduğu kadar bütün memlekette derin akisler uyandıran bu hâdise üzerine ilgili makamlar derhal harekete geçmişlerdir. Bu arada Afyon müdürü Orhan Erden de tahkikatla meşgul olmuştur. Bayrağı çekenler derhal yakalanmışlar ve adalete teslim edilmişlerdir. Bunlar Çarşıiçi Camii müezzini ve imamı ile arkadaşlarıdır. Bu hâdiseden sanık olarak 5 kişinin sorgu hâkimi tarafından ifadeleri alınmıştır. Bunlardan biri serbest bırakılmış, 4’ü tevkif edilmiştir. Tahkikata ehemmiyetle devam edilmektedir.

Tevkif edilenler şunlardır:

Çarşı camii imamı 26 yaşında Namık Şener, aynı camide müezzinlik yapan 55 yaşındaki Ali Emirdağ, Yukarı Camii müezzini 24 yaşındaki Ramazan Duran, oksijen kaynakçısı 24 yaşında Nursel Akdeniz ve 60 yaşındaki Nuri Bilen’dir. Bunlardan ismi açıklanmayan biri serbest bırakılmıştır.NOT

Sanıklar Emirdağ’da Nurcu olarak tanınmaktadırlar. Bilindiği gibi Emirdağ’da Bediüzzaman Said-i Nursî oturmaktadır.

Tahkikat neticesinde Çarşı Camii’nin minaresine asılan bayrak hilâfet zamanından kalmış olup 35 yıldan beri camiin bir köşesinde ve bir sandık içinde hıfzedilmekte idi. Başbakan Adnan Menderes’in gelişi sırasında bu bayrak çıkarılıp asılmıştır. Bayrağın üzerinde tuğradan maada “Padişahım çok yaşa” ibaresi de bulunmaktadır. Sanıkların duruşmasına bugünlerde başlanacaktır.

HÜRRİYET GAZETESİ, 23.10.1958

Yeşil Bayrak Çeken 4 Kişi Tevkif Edildi

Başvekil Adnan Menderes, kazamızdan geçerken kendisine tezahüratta bulunanlar arasında, yeşil bayrak çeken şahıslardan dördü, bugün tevkif edilmişlerdir. Bunlar, Çarşı Camii imamı Namık Şener, Çarşı Camii müezzini Ali Emirdağ, Yukarı Camii müezzini Ramazan Duran ve oksijen kaynakçısı Nursel Akdeniz’dir. Bu hadise ile ilgili olarak Nuri Bilen adında bir şahsın da ifadesi alınmıştır. (

Halkın Yüzde 60-70’inin dindar olması meselesi

1958 zannediyorum. Bir gün Halk Partisi, Cumhuriyetçi Millet Partisi, Hürriyet Partisi ortak birleştiler ve “Ege Taarruzu” diye ortaya çıktılar. Ben de Üstad Hazretleri’nin yanındayım. Hava soğuk... Üstad bana “Sobayı yak” dedi. Ben sobayı doldurmaya başladım.

Bu arada Hamza Emek, elinde birkaç gazete ile geldi. Üstad, “Hamza Kardeşim ne var?” dedi. “Efendim üç parti Ege Taarruzu’na çıktılar” dedi. Üstad, “Menderes ne yapıyor?” dedi. “Menderes Vatan Cephesi kurdu, müdafaa vaziyeti kurdu” dedi Hamza Ağabey. Üstad: “Menderes dindarlarla birlikte olursa elli tane parti birleşse de bir şey yapamazlar. Dindarlarla beraber olmazsa tepetaklak gider. İttihad-ı Muhammediye Partisi var.

Bu partinin başa geçebilmesi için halkın yüzde altmış-yetmişinin intibaha gelmesi lazım ki bu parti iktidara gelebilsin. Yoksa zararı olur. Dini siyasete alet etmek zorunda kalır. Zararlı olur” dedi. Ben o zaman, “Efendim, böyle bir parti yok. Bu hangisidir” diye sorayım dedim içimden; utandım. Herhalde dindarları kastediyordur diye düşündüm, sormadım. Bu hadise ilk defa benimle Hamza Emek’in yanında söylendi. Sonra Emirdağ Lâhikası’na geçmiş bu mektup.NOT

Aslında ben, Üstad Hazretleri ile rahat konuşup sorular sorabilirdim. Olduğu gibi konuşan bir insandım. Mesela bir gün Üstad Hazretleri, komşumuz Ahmet Urfalı Ağabey’i çağırmamı istedi. Halen Emirdağ’da hayattadır ve Mustafa Acet’in asker arkadaşıdır. Gittim çağırmaya. Bana, “Hamama gitti dediler.” Ben de gittim Üstad’a, aynen, “Hamama gitmiş Üstad’ım” dedim. Üstad tebessüm etti. O sırada Zübeyir, Ceylan, Mustafa Acet Ağabeyler de orada idi. Sonra bu ağabeyler bana “Yahu Hafız, hiç Üstad’a öyle söylenir mi? Biraz tevilli söyleseydin bari” dediler. İşte ben olduğu gibi bir insandım.

Afyon Mahkemesine işaret

Üstad 1944’te Emirdağ’a gelince Nur Apartmanı’nın yerini veren Seyid Koçer Ağabey ve İbrahim Kantar isimli birisi, -bunlar sofi-meşrepti- himmet istemek için Üstad’a gitmişler.

Hadiseyi Seyid Ağabey bana şöyle anlatmıştı:

“Afyon Mahkemesi’ne az bir zaman kala olmuştu bu ziyaret. Üstad şöyle gözünü açıp bana baktı ve şunları söyledi:

‘Kardeşim, yakında Emirdağ’da bir şey olacak, bir hadise olacak, bütün dünyaya buradan ilan edilecek. İnşaallah burada Risale-i Nur’a hizmet edenler çıkacak. Siz de onlardan olun.’

Hakikaten o sıralarda Emirdağ’a güya yün yapağı almaya geliyorlar polis hafiyeleri. Asıl maksatları Said Nursî’ye kimler gelip gidiyor diye tespitler yapmak. Bir müddet sonra başta Çalışkanlar ve Mustafa Acet olmak üzere Üstad’la beraber tümünü Afyon Hapishanesi’ne alıp götürdüler.”

Emirdağlı Hacı Ali Kılınçalp

Üstad’ın Ezher Üniversitesi’ne Risale-i Nur teslim etmesi için Mısır’a gönderdiği Emirdağlı Hacı Ali Kılınçalp vardı. Üstad’a gönderdiği bir mektup Tarihçe-i Hayat’ta neşredilmiştir.

Hacı Ali orada Osmanlı’nın son Şeyhülislam’ı Mustafa Sabri Efendi ile de görüşüyor. Mustafa Sabri’den dinlediği bir hatırasını bana anlattı. Şöyle ki:

Mustafa Sabri Efendi Şeyhülislam olduğunda, Üstad Hazretleri de Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye azası seçiliyor. Üstad o zaman tebrike gitmiyor. Mustafa Sabri Efendi Bediüzzaman’a gidiyor ve soruyor. Üstad Hazretleri de “Meşgulüm” diyor. “Ne ile?” diye sorunca, Üstad Hazretleri, “Benim nefsim diyor ki, ‘Sen Mustafa Sabri Efendi’den daha elyaksın. Sen varken niye Mustafa Sabri Efendi Şeyhülislam oldu?’ İşte ben nefsimi terbiye ile meşgulüm” diyor. NOT

Rahmetli Hacı Ali Kılınçalp Ağabey çok atak bir insandı. Üç devre Belediye Reisliği yaptı Emirdağ’da. Bir seferinde hacca kaçak gitmiş. Babası Şükrü Efendi’nin de haberi yok... Parasız pulsuz kaçıp gitmiş. Rahmetli babası şunları anlattı bana:

“Nerde bu oğlan diye arıyor, soruyor fakat bulamıyorduk. En sonunda Üstad Hazretleri’ne gittim. ‘Üstad’ım, bizim Ali’den haber yok. Şaştık kaldık, bir haber alamadık’ dedim. Üstad bana ‘Görmek istiyor musun?’ dedi. ‘Evet’ deyince. ‘Gel bakalım buraya’ dedi ve sağ kolunu gözlerinin hizasına kadar kaldırıp avucunu açtı. ‘Görebiliyor musun?’ dedi. ‘Evet... Şu anda Zemzem ile Hacerü’l-Esved arasında gördüm Üstad’ım’ dedim. Ve elhamdülillah rahatladım.”

Üstad’ın vefat ettiği gün Emirdağ’daki hüzün

Üstad Hazretleri’nin vefat ettiği gün Emirdağ’da yaşadığımız hüzünlü hali anlatayım: Malum, Üstad 23 Mart 1960’da, Ramazan’ın 25. günü Urfa’da vefat etmiştir.

İftardan sonra camiye geldim. Caminin imamıyım. Hacı Ali Kılınçalp Ağabey de Ramazan dolayısı ile camide fahri olarak vaizlik yapıyordu.

Ben camiye girdiğimde o vaaz ediyordu. Ama cemaatte öyle bir suskunluk vardı ki anlatamam. Millette bir sessizlik, bir üzüntü, bir burukluk vardı. Hava çok sıkıntılı... Hacı Ali de vaazında, Uhud Şehitleri’ni anlatıyordu. Ama lafı dolanıp dolaştırıp “Bir zat ki bir zembilden fazla yükü olmamış. Bütün ömrü mücahede ile geçmiş. Bu zat da Uhud Şehitleri’nin yolundaydı. Hayatı boyunca hiç bir fütur getirmedi” şeklinde ağlamaklı bir şekilde anlatıp duruyordu. Ben de bihuş oldum.

Sonra “Peygamber ölecek veya öldürülecek olursa siz geri mi döneceksiniz?” şeklindeki ayeti anlattı. Hazret-i Ebubekir’ın “Kim ki Muhammed’e tapıyorsa o ölmüştür. Kim ki Allah’a tapıyorsa o Hay ve Kayyum’dur” sözlerini anlattı.

Bu arada minberin yanında Terzi Mustafa Bilal vardı. Ona “Üstad’a bir şey mi oldu yoksa?” dedim. O da “Bilmiyorum” dedi. Mecburen merakla beklemek zorunda kaldım.

Neyse, namazı kıldık. Hemen yanına koştum. “Hacı Ağabey, bir şey mi var?” dedim. Hüzünlü bir şekilde “Üstad’ımız vefat etmiş” dedi. Hacı Ali Ağabey, vaaz için camiye gelirken Mehmet Çalışkan Ağabey’in dükkânına uğramış. O sırada Urfa’dan bir telefon gelmiş ve Üstad’ımızın vefatı haber verilmiş.

İşte, o günkü halet-i ruhiyemiz bu şekildeydi. Bunu hiç unutamam. Allah, Üstad’ımızdan ebeden razı olsun ve şefaatlerine nail eylesin, âmin.

[1] Burada bahsi geçen hadise, Üstad’ımızın kendi ifadeleriyle şu şekilde anlatılmaktadır:

“Hayatta olan eski talebelerim biliyorlar ki, bin üç yüz on dört, bin üç yüz on beş-on altı senelerinde, Van Kalesi ki, iki minare yüksekliğinde sırf dağ gibi bir taştan ibarettir, eskiden kalma oda gibi bir in kapısına gidiyorduk. Ayağımdan kunduralar kaydı, iki ayağım birden kaydı. Tehlike yüzde yüz... Başkaca nokta-i istinat kalmadığı halde, büyük bir istinada basmış gibi üç metrelik bir kavisle o mağaranın kapısına atılmışım. Hem ben hem beraberimdeki orada hazır arkadaşlarım, ecel gelmediği için sırf bir hıfz-ı İlahî, harika bir imdad-ı gaybî telakki ettik.” Bediüzzaman Said Nursî, Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, Söz Bas. Yay., s. 224.

[2] Emirdağ Çarşı Camii’nin adı Tarihçe-i Hayat’ta şu şekilde geçmektedir:

“Üstad, ilk iki sene Çarşı Camii’ne gider, cemaate iştirak ederdi. Ekser günler ikindi namazını camide kılar ve yatsıya kadar orada kalır, sonra evine gelirdi. İki sene böyle devam etti. Sonra kaymakam ‘İnsanlarla görüşüyor’ diye camiden menetti.” Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lâhikası, Söz Bas. Yay., s. 298.

NOT Namık Hoca’mız, Üstad’ın okuduğu tarzda Fatiha’yı bizlere okudu. Hakikaten biz de heyecanla dinledik.

NOT 1944 tarihinde Denizli Mahkemesi tarafından Emirdağ’da ikamete memur edilen Bediüzzaman Hazretleri’nin, 1948 Afyon Hapsi’ne kadar süren birinci Emirdağ hayatı, Tarihçe-i Hayat kitabında şöyle hülasa edilmiştir:

“Emirdağ’daki hayatı şöyle hülâsa olunabilir: Daimi tarassut altındadır. Mahkemeden beraat kazanması ve eserlerinin iade edilmesine rağmen, serbest bırakılmış değildir. Eskisinden daha ziyade kontrol ve mütemadiyen pencere ve kapısından nezarete maruzdur. Mektuplarında da beyan ettiği gibi, Denizli Hapsi’nin bir aylık sıkıntısını bazen bir günde Emirdağ’da çekiyordu. Üstad’a yapılan bed muameleler ve takınılan tavır, Emirdağ ahalisince yakından bilinmektedir. Denizli Mahkemesi’nin beraatı üzerine, mahkeme eliyle Nurların intişarına ve Said Nursî’nin hizmet-i imaniyyesine sed çekemeyen gizli dinsizlik komiteleri, bu defa başka yollardan, idarî makamları evhamlandırıp aleyhe geçirerek hatta imhasına kadar çalışıyorlardı. Bu plan kat’î idi. Bir bekçi, kapısı önünden ayrılmazdı. Üstad ile görüşebilmek pek müşküldü.” Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayatı, Söz Bas. Yay., s. 572.

NOT Tarihçe-i Hayat’ta bu hadise şu şekilde geçmektedir:

“Molla Said çok genç yaşta iken siyasî hayata atılır, vatan ve millete hizmete başlar. İlk hayat-ı siyasiyesi Mardin’de başlamıştır. Bunun üzerine bir mutasarrıfın pençe-i kahriyle, elleri bağlı, muhafız nezaretinde Bitlis’e nefyedilir. Jandarmalarla yolda giderken namaz vakti gelir. Namaz kılmak için, kayıtların açılmasını jandarmalara ihtar eder. Jandarmalar kabul etmeyince, demir kayıtları bir mendil gibi açarak önlerine atar. Jandarmalar, bu hali keramet addedip hayretler içinde kalırlar. Teslimiyetle, rica ve istirham ile ‘Biz şimdiye kadar muhafızınız idik, bundan sonra hizmetçiniziz’ derler.(*)

(*) “Bir gün Bediüzzaman’a soruldu: ‘Kaydı nasıl açtın?’ Dedi: ‘Ben de bilmem. Fakat olsa olsa namazın kerametidir.’” Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayatı, Söz Bas. Yay., s. 62.

NOT Namık Şenel Hoca’mız hatıraları tashih ederken “Benim talebem Hafız Hamdi’dir. Vefat etti” şeklinde bir şerh koymuştur.

NOT Bahsi geçen mektup Emirdağ Lahikası’nda şu şekilde başlamaktadır:

“Kalbe ihtar edilen içtimaî hayatımıza ait bir hakikat:

Bu vatanda şimdilik dört parti var. Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet, diğeri İttihad-ı İslam’dır.

İttihad-ı İslam Partisi: Yüzde atmış-yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini siyasete alet etmemeye, belki siyaseti dine alet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslamiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete alet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lazımdır...” Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası, Söz Bas. Yay., s. 547.

NOT Ağabeyler Anlatıyor-2’de geçtiği gibi Abdülkadir Badıllı Ağabey bu hatıraya bir şerh koyarak, farklı bir kanaat belirtmektedir. Şöyle ki:

“Aziz Kardeşim Ömer Özcan: (…) Bu rivayet Emirdağlı Hacı Ali Kılıçalp’ten nakildir ve Osmanlı’nın son Şeyhülislam’ı Mustafa Sabri Efendiden şöyle: ‘Ben şeyhülislam olunca, ortada bizim Said (Bediüzzaman) üç ay görünmez oldu. Üç ay sonra karşılaştığımızda, kendisinin nerelerde olduğunu sordum. O da, nefsimi terbiye etmekle meşguldüm. Nefsim bana, sen mutlaka şeyhülislam olmalıydın, diye eziyet ediyordu. Onun için nefsimi terbiye etmekle meşgul oldum’ ilh.”

İşte bu rivayet, hiç de Hz. Üstad’ın hayatıyla, mesleğiyle ve vaziyetiyle mütenasip görünmemektedir. Zira bir kere bahsi edilen hadise 1920’lerdedir. Gerek mezkûr tarihte, evveli ve sonrasında birçok reislikler Üstad’a teklif edildiği halde, hiç birisini kabul etmemiştir. Kaldı ki bahsi edilen hadise tarihi, Hz. Üstad’ın Yeni Said

merhalesine girdiği tarihtir. Rivayette ileri sürülen şey, asla mümkün değildir. Evet, bu fakirin kanaati böyledir.”

İstanbul Times - Hüseyin Çetiner - 22.06.2024